24 Şubat 2025 Pazartesi

Olcay Çelik&Ozan Horoz yazdı | TÜSİAD'ın alarmı, Erdoğan'ın öfkesi: Politik-ekonomik temele dair bir yorum

TÜSİAD blokunun Türkiye kapitalizminin yol haritasına dair bildik eleştirilerinin uyarıdan şikayet seviyesine evrilmesini uzun vadeli çıkarlardaki ayrışmanın belirginleşmesi üzerinden, daha doğrusu küresel gelişmelerin tüm uzun vadeleri hızla kısaltması üzerinden okumak daha doğru gözüküyor.

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan ve Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras 13 Şubat 2025'te derneğin genel kurul toplantısında hükümetin ekonomik politikalarını ve yargıya yönelik uygulamalarını eleştiren açıklamalarda bulunmuş, ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı da Turan ve Aras hakkında "adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs" ve "yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçlamalarıyla soruşturma başlatmıştı. Soruşturma kapsamında her iki isim polis eşliğinde adliyeye götürülerek savcılığa ifade verdi ve yurt dışına çıkış yasağı cezası aldı. Faşist Şef Erdoğan, TÜSİAD'ın genel kurulda dile getirdiği eleştiriler hakkında yaptığı açıklamada derneğin "haddini aştığını" belirterek, TÜSİAD'ı siyasete müdahale etmekle suçladı.

Bu süreci egemen sınıf içerisinde kesin, tayin edici bir kopuş olarak değerlendirme veya alışageldiğimiz restleşmelerden biri olarak görüp önemsizleştirme kolaycılığına düşmemek için somutta değişenin ve değişmeyenin ne olduğunu doğru bir şekilde gösterebilmemiz gerekir. Bunu birçok katmanda değerlendirmek mümkün ve hatta zorunlu olsa da, burada odağımızı güncel çatışmanın politik ekonomik temeli ile sınırlı tutmaya çalışacağız.

Öncelikle bir arka plan özeti ile başlayalım. Türkiye'de sermaye sınıfı birikim seviyesine, emperyalist pazarlara entegrasyon derecesine, sektörel hakimiyetine ve tarihsel gelişimine göre sınıfiçi çıkarları birbiriyle çatışan iki ayrı bloktan oluşur. Burjuva iktidar elbette bu iki blokun da iktidarıdır. Ancak birini dolaylı, diğerini dolaysız temsil eder. Bir sınıfın iktidarı olması ölçüsünde sınıfsal çıkarları uzlaştırmaya, bu çıkarlar çatallandığı ölçüde de dolaysızca temsil ettiği bloku kayırmaya çalışır. Türkiye kapitalizmi emperyalist hiyerarşinin emek-yoğun üretim süreçlerini üstlenen, dolayısıyla değerinden düşük fiyatlı ihracat yapan orta ölçekli bir mali-ekonomik sömürgedir. Bu durum, büyümesini sürdürebilmek için onu emperyalist sermaye girişlerine ve dış pazar siparişlerine bağımlı kılar. Küresel genişleme dönemlerinde sınıfiçi uzlaşma daha kolayken, durgunluk dönemi uzadıkça iki blokun çıkarları daha da fazla çatallanır, "rahatsızlıklar" daha fazla dile getirilir. Tabii saflaşmaların en yoğun yaşandığı anlarda bile "zeminden", yani işçi sınıfının daha fazla ezilmesi gereğinde ortaklaşmadan vazgeçilmez.

İmalat ve ihracatın amiral gemisinin dümeninde olan ve Erdoğan'ın dolaylı temsilcisi olduğu TÜSİAD bloku yıllardır emperyalist üretim hiyerarşisinin düşük teknolojili, dolayısıyla düşük ihracat fiyatlı halkalarından yüksek teknolojili, dolayısıyla yüksek ihracat fiyatlı halkalarına sıçramanın gereğinden bahseder. Bu sıçramayı yapabilecek teknik yeterliliğe ve dış pazar erişimine sahip tarafın kendisi olduğunu düşündüğü için, iktisadi politikaların da onun çıkarları lehine şekillendirilmesini ister. Bunun yapısal reformlar, liyakat, etkin maliye politikası gibi "burjuvazice" dilinden arındırılmış somut anlamı, gerekli teknoloji yatırımlarının yapılabilmesi için teşvik, hibe, altyapı tahsisi ve ucuz finansman gibi kamu kaynaklarının daha çok kendi blokuna yöneltilmesi talebidir. TÜSİAD aynı zamanda mali sermaye gücünü, yani bankaları elinde bulunduran bloktur. Dolayısıyla yüksek faiz, düşük kur ve düşük enflasyon politikasının da baş savunucusudur. Erdoğan'ın dolaysız temsilcisi olduğu sermaye blokunun ise sermaye birikimi daha yetersiz, tekelleşme düzeyi daha geri, mali sermaye erişimi daha kısıtlıdır. İnşaat ve ticaret sektörlerinde yoğunlaştığından, emperyalist pazarlardan ziyade iç pazar merkezli üretim yapar. Dolayısıyla palazlanabilmesi için hem kamu kaynaklarına çok daha fazla ihtiyacı vardır, hem de çıkarına olan yüksek değil, düşük faiz politikasıdır. Finansman imkânı sürdükçe yüksek enflasyon ve yüksek kurdan görece daha az etkilenir. Özellikle 2018 sonrasında esas olarak iktidarın faiz, döviz ve enflasyon hedeflemeleri arasındaki salınımlar iki blokun bu farklılaşan çıkarlarını önceliklendirmede yapılan dönemsel tercihler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Daha önce farklı yazılarda bu dönemleri incelediğimizden, burada tarihsel bir haritalandırmaya girmeyeceğiz. Ancak yine de bunlar arasında Şimşek Programı'nın özgün bir niteliğe sahip olduğunu belirtilmemiz gerekir. Temel hedefi, geçmiş dönemlerdeki sarkaç politikalarının da katkısıyla yükselen enflasyonu düşürmek olarak gösterilen bu program bir yandan yüksek faiz politikası yoluyla mali sermaye vurgunculuğuna kapıyı tekrar aralamış, diğer yandan da reel ücretlere doğrudan ve devasa ölçekte bir saldırının yarattığı süper-sömürü imkanıyla enflasyonun faturasını işçi sınıfına yıkarak süper-karların oluşmasına yol açmıştı. Böylece iki blok da ayrı ayrı memnun edilmiş, daha doğrusu çıkarlar yeniden uzlaştırılmış gözükmekteydi. TÜSİAD başından beri, hatta başkanlarını gözaltı operasyonuna götürecek son açıklamasında dahi bu programa olan minnetini açıkça ifade etmişti. Öte yandan, bu açıklamada Türkiye kapitalizminin yol haritasına getirdiği tavsiye ve uyarılar bakımından yeni bir şey de söylemiş değildi. Ancak kullandığı siyasal iletişim dili alarmist bir boyuta ulaşmıştı ve "kriz" yaratan da bu oldu.

Bu noktada TÜSİAD blokunun Türkiye kapitalizminin yol haritasına dair bildik eleştirilerinin uyarıdan şikayet seviyesine evrilmesini kısa vadeli değil, uzun vadeli çıkarlardaki ayrışmanın belirginleşmesi üzerinden, daha doğrusu küresel düzeydeki gelişmelerin tüm uzun vadeleri hızla kısaltması gerçeği üzerinden okumak daha doğru gözüküyor. Azalan kar oranları yasasına bağlı olarak kapitalist durgunluğun bir türlü aşılamadığı koşullarda bir de teknoloji savaşlarının yoğunlaşıp emperyalist rekabeti en keskin şekilde artırması korumacı ekonomi politikalarının çok daha hızlı devreye girmesine yol açıyor. Gümrük duvarları yeniden yükseltiliyor, ABD ve AB üretimde otomasyonu artırarak tedarik zincirlerini "evine" döndürmeye ya da yakın kıyılara taşımaya çalışıyor. Küresel kapitalist üretim hiyerarşisinin yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı böylesi bir alt-üst oluş döneminde toplam karının önemli bir kısmını emperyalist pazarlardan devşiren TÜSİAD için üretimin teknik yenilenmesi, yani "üst halkalar" hedefi çok daha acil ve yakıcı bir sorun haline geliyor.

TÜSİAD'ın son çıkışı şüphesiz kimi sosyal görünümlü eleştiriler de içeriyor. Hatta alarmist dil bizzat buradan kuruluyor. Örneğin artan iş cinayetleri, otel yangını, depremler, yolsuzluk, karaborsa, dolandırıcılık, gelir adaletsizliğinden dem vuruluyor ve iktidar bunlara karşı önlem almamakla suçlanıyor. İktidarın halk düşmanı neoliberal politikalarının her zaman baş destekçisi olmuş ve işçi sınıfına tam bir yıkım getiren Şimşek Programı'nın da ortağı olan TÜSİAD'ın bu "sosyal" sitemlerinin asıl amacı elbette toplumda biriken öfkeyi kendi sınıfiçi mücadelesine yedeklemekten başka bir şey değil.

Elbette bu geriliminde "haber değeri" taşıyan esas gelişme, faşist şefin blok yöneticilerine gözaltı operasyonu gibi yüksek perdeden bir yanıt vermiş olmasıdır. Bu noktada Erdoğan'ın TÜSİAD'ın bizzat ortak olduğu Şimşek Programı'na yönelik "nankörlüğüne" duyduğu öfke elbette bir sebeptir ancak ötesine bakmak da aydınlatıcı olacaktır. Faşist şef Türkiye kapitalizminin yüksek teknolojili/yüksek ihracat fiyatlı üretim hedefini asıl dert edinenin TÜSİAD değil, bizzat kendisi olduğunu düşünüyor ve bu sitemleri "şahsına" hakaret sayıyor. Zira iktidarı boyunca siyasi coğrafyayı bir üretici güç olarak kullanıp, Türk savaş sanayisine yüksek teknolojili üretim atılımı yaptırmanın gayretinde olan ve bunu kısmen başaran Faşist şef, teşviklere boğduğu bu özel sanayiyi gelecekte tüm sektörlerin önünü açacak bir kalkınma kaldıracı olarak da tasarlıyor. Yıllardır tedarik zincirlerinde üst halkalara tırmanmanın önemini propaganda eden TÜSİAD'ı "distribütör", "komprador" gibi sıfatlarla aşağılarken kendisini sanayi üretiminin asıl hâmisi olarak görmesinin ardında da bu motivasyon yatıyor. Tabii ne işbirlikçilik sadece TÜSİAD'ın niteliğidir, ne de Erdoğan iktisadi bağımsızlığın temsilcisidir. Yerli burjuvaziler için emperyalist iktisadi hiyerarşi dışında bir yaşamın mümkün olmadığı bu çağda kopan bu kavga, esasta işbirlikçi-tekelci konumun merkezin hangi blokun elinde olacağına dairdir.

Politik-ekonomik temelden ayrılmadan değinilmesi gereken son bir nokta, daha doğrusu spekülatif olma pahasına sorulması gereken bir soru var. Bilindiği üzere Erdoğan, ABD emperyalizminin Ortadoğu'da İran merkezli yeni harekat planına ortak olabilmek ya da en azından bu plandan dışlanmamak için iç cepheyi öyle ya da böyle tahkim etmek zorunda. Önceki sınır ötesi harekatlarda, "çözüm" ve çöktürme süreçlerinde hep hazır ola geçmiş, yayılmacılığı hep desteklemiş ve en pürüzlü zamanlarda dahi hiçbir zaman siyasi iktidarın ayağına dolanmamış olan TÜSİAD'ın böylesi kritik bir dönemdeki bu çıkışı farklı bir şekilde yorumlanabilir mi? Erdoğan'ın öfkesinden bunun bir hıyanet, bir başkaldırı olarak algılandığı anlaşılıyor. TÜSİAD'ın Ortadoğu'daki bu yeni dizayndan ve Türk burjuvazisinin buradaki muhtemel rolünden özsel bir rahatsızlık duyacağını varsaymamızı gerektiren hiçbir somut neden bulunmasa da, bu "oyunbozanlığı" emperyalist mümessillik pazarlıkları üzerinden daha ileri analizlere tabi tutmak ufuk açıcı olabilir belki.