23 Şubat 2025 Pazar

Levent Büyükbozkırlı yazdı | Yaşamı yok eden altın madenciliğine son

Yerellerde örgütlenmek ve yereller arası dayanışma altın madenciliğiyle mücadelede önemli olmakla beraber, projelere karşı mücadeleyle sınırlı kalmamalıyız. Her bir projenin arkasında uluslararası sermaye/şirketler olduğunu ve hükümetin tam desteğini aldıklarını düşünerek mücadeleyi, sosyal medya, eylemler, davaları kapsayan çevre mücadelesinin ötesine taşımamız gerekiyor. Bu bağlamda sadece madenciliğin talanlarından zarar gören kırsal kesime ulaşmakla kalmayıp, büyük kentlerde gündemi tamamen farklı olan kentli emekçilere de ulaşabilmeliyiz.

"Yaşam altından değerlidir" kampanyası büyük çoğunluğunu çevre örgütlerinin oluşturduğu 29 bileşenle 2-3 Kasım 2024'te Ankara'da yapılan çalıştayla başladı. 1 yıl süreli kampanya, Türkiye'de altın madenciliğine ve siyanürle yapılan metalik madenciliğe son vermek için çeşitli düzeylerde örgütlenmeleri, etkinlikleri, eylemleri kapsıyor. Kampanya bitiminde farklı meslek gruplarını bir araya getiren ve madenciliğin yıkımıyla mücadele edecek bir platformun oluşturulması hedefleniyor.

Polen Ekoloji Kolektifi olarak geçen sene İliç katliamı sonrasında, Türkiye'de işletmesi devam eden 22 civarındaki altın madenine yakın gelecekte ne kadarının eklenme hazırlığında olduğunu araştırdık. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın E-ÇED sitesinde yayınlanan projelerin 2020 başından 2024 yılı Nisan sonuna kadarki dökümünü yaptığımızda toplam 123 altın madeni projesi olduğunu gördük ve bu projelere de yer verdiğimiz, "Altın madenleri kapatılsın, siyanürle ölümün ekolojisi" adıyla bir rapor yayınladık. Bugün ÇED sürecindeki altın madeni projeleri 130'a ulaşmış durumda.

Altın madenciliğinin arkasında uluslararası finans kuruluşları, kalkınma bankaları, yatırım fonları gibi kapitalist sistemin kurumları ve uluslararası madencilik şirketleri, bunların yerli ortakları yer alıyor. Tüm bu kurumlar, şeffaflıktan uzak ilişkilerle ülkelerin doğal varlıklarının madenciliğe ve özellikle de düşük masraf-yüksek kazanç nedeniyle altın madenciliğine açılması için devletler üzerinde baskı kuruyor. Emperyalist kapitalist bağlamlarıyla Türkiye'deki madenciliği ekstraktivizm olarak tanımlamak yerinde olacaktır.

Kampanyamızla ilgili ilk akla gelen sorulardan birisi sanırım neden altın madenciliğini hedeflediğimiz. Benim bakışımla bunun birkaç temel sebebi var.

Öncelikle; son yıllarda mevzuatın anayasaya aykırı şekilde sürekli gevşetilmesiyle yani orman kanunu, madencilik kanunu gibi kanunlarda maden işletmelerine her türlü kolaylığın sağlanıp, tüm koruma alanlarının madenlere açılmasıyla, ÇED süreçlerinin içinin boşaltılmasıyla ve MAPEG'in devasa alanları kapsayan arama-işletme ruhsatları dağıttığı ihalelerini sıklaştırmasıyla adeta patlayan madencilik furyasında altın madenciliğinin sondaj ve işletme olarak en çok rağbet görenlerden biri olması.

Diğer bir neden, altın madenciliğinin gerçek ihtiyaçlarla yani kullanım değeriyle bir ilgisi olmaması, kamuya bir fayda sağlamaması: Muazzam alanlar kazılarak topraktan çıkarılan, tüm canlı türlerine çok zararlı olan siyanür çözeltileri ile zenginleştirilen, ardından rafinerilerde saflaştırılan altının ancak yüzde 8 kadarı maddi ihtiyaçlarda kullanılıyor. Kaldı ki altının fiyatı spekülasyonlarla arttıkça endüstride bu kullanım alanlarını başka malzemeler alıyor. Üstelik altının tamamen geri dönüşümü de mümkün. Altın madenciliği kamusal fayda sağlamamakla birlikte, devlete madencinin ödediği miktar da çıkarılan altının değeri üzerinden yüzde 3'leri geçmiyor. Buna karşılık toprağın üzerindeki ve toprağın altındaki doğal varlıklar geri dönüşsüz biçimde yok ediliyor, emeği sömürülen işçiler ve civarda yaşayan halk zehirlenen hava, su ve toprakla yavaş ölüme maruz bırakılıyor, diğer canlı türlerinin yaşam alanları yok ediliyor. Bu yıkımlar ÇED raporlarında yer almıyor, maden işletmesi sürecinde göz ardı ediliyor ve maden kapandıktan sonra tehlikeli atık yığınlarından sızan asit maden drenajı şeklinde bedeli yine halka ödetiliyor.

Kampanyada altın madenciliğini hedef almamızın başka bir sebebi de sıkça karşılaştığımız mega-madencilik ve bunun sonucu olan ekolojik sakatlamalar: Türkiye'de altın madenciliği konusunda ironik olan, aslında ülkenin altın cevheri yönüyle zengin olmaması! Ancak altının fiyatı çok yükseldiği için bir tonda 1 gramın bile altında bulunan tenör, madenci şirkete ve geri plandaki finans kaynaklarına piyasadaki tabiriyle 'yatırım iştahı' sağlıyor. Cevher düşük oranda olunca kazancı artırmak için 2 etken ön plana çıkıyor: Düşük maliyetli ve çevreye çok zararlı olan yığın liç yöntemini uyguluyorlar. Ayrıca ÇED sürecini kolayca atlatmak için düşük bir proje alanıyla başlayan kazılar peş peşe gelen kapasite artırımlarıyla yerleşim yerleri, doğal ormanlar, su havzaları, yaban hayatı koruma alanları olup olmadığına bakılmadan çok geniş ruhsat alanlarına yayılıyor: Yaşam alanlarımızın, havzaların, kadim coğrafyanın harita üzerinde ruhsat alanlarına bölünmesi daha MAPEG ihaleleriyle başlıyor. Çevre aktivistleri olarak bu bölüp parçalayan, kağıt üzerinde parsellere, rakamlara indirgeyen ve değer verdiğimiz her şeyi banalleştiren bu zihniyete karşı durmamız gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç olarak madenci şirket siyanürle zenginleştirme tesislerini bir kere kurduktan sonra uzun yıllar orada kalıcı olmayı hedefliyor. Bin hektarın üzerinde çok geniş alanların kazılmasıyla, yani mega-madencilikle ekolojik sakatlamalara yol açıyor. Üstelik bir ruhsat alanındaki cevherin kazısı tamamlanmadan şirket civardaki yeni alanlarda sondajlara başlıyor ve kanserin vücuda yayılması gibi bu ekstraktivist süreç de kazandıkça yayılıyor, yayılarak yok ediyor.

Doğada geri dönüşü olmayan yıkımlara yol açan, köyleri haritadan silen, kırsal hayat üzerinde yaşam bilgisinin ortadan kaldırılması yönüyle ağır yaralar oluşturan, tepeleri kazıp yok ederek, tehlikeli atık yığınları oluşturarak coğrafyayı değiştiren, yerel halkın geçimlik ekonomisini tahrip edip, adeta şantaj yoluyla (ya köyünde proleterleşip madende işçi olacaksın ya da kentte proleterleşip orada işçi olacaksın) sözde istihdam sağlayan bu mega-madencilik yasaklanmalıdır.

Ekstraktivizm, talancı kapitalist mantıkta üretim-tüketim döngülerinin sürdürülmesi için yani bunların en kısa sürede, en yüksek kazanca odaklı olması yönüyle bu sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Altın madenciliğini, insanlığın ihtiyacı olmayan bir mineralin hak-hukuk tanımadan, açgözlülükle ve sadece finans kapitale hizmet için toplumları yağmalaması yönüyle ekstraktivizmin doruk noktası olarak görüyorum.

İşte başlıca bu nedenlerden kampanyamızı altın madenciliğine son verme üzerine kurduk ve sonrasında ekstraktivizme karşı geniş çaplı bir mücadeleye geçmeyi hedefledik.

Biraz da kampanyadaki öncelikli hedeflerimizden bahsedersem; bunlardan birisi, altın madeni işletmesi veya projesi olup da çevre mücadelesinin zayıf olduğu illerde örgütlenmek. Bu çok önemli bir ihtiyaç, çünkü daha maden arama etabından itibaren yerelden yükselen bir direncin olmaması gerek ÇED süreçlerinde gerekse işletme devreye girdikten sonraki kapasite artırımlarında şirketlerin elini güçlendiriyor ve yıkımların ucu bucağı alınamıyor. Yerelde karşı duruş ve mücadele şart! Örgütlenmeyi sadece mevcut projelerle mücadeleye yönelik görmemeli. Yerelde ekolojik bilincin kuvvetli olması, burada ileride açılacak yeni madenlerin ve diğer ekolojik yıkım projelerinin de en baştan geri atmalarında etkili olacaktır.

Diğer bir hedef, farklı illerde yer alan bileşenler arasında dayanışmanın örülmesi, bilgi alış-verişi sağlanması, ihtiyacı olan bölgelerde hukuksal mücadeleye destek verilmesi, ortak eylemlerin organize edilmesi…

Ancak, yerellerde örgütlenmek ve yereller arası dayanışma altın madenciliğiyle mücadelede önemli olmakla beraber, projelere karşı mücadeleyle sınırlı kalmamalıyız. Her bir projenin arkasında uluslararası sermaye/şirketler olduğunu ve hükümetin tam desteğini aldıklarını düşünerek mücadeleyi, sosyal medya, eylemler, davaları kapsayan çevre mücadelesinin ötesine taşımamız gerekiyor. Bu bağlamda sadece madenciliğin talanlarından zarar gören kırsal kesime ulaşmakla kalmayıp, büyük kentlerde gündemi tamamen farklı olan kentli emekçilere de ulaşabilmeliyiz. Bu kapsamda bizlere dayatılan kamu yararı, kalkınma, ekonomik büyüme ve bunlarla ilişkilendirilen sürdürülebilir madencilik gibi içi boş kavramları detaylı bir sorgulamaya tabi tutmalı, iktisatçılardan, sosyologlardan ve diğer meslek gruplarından destek alarak kamusal alanlarda bunları tartışmaya açmalı ve eleştirmekle yetinmeyip, politik çözümler üretmeliyiz.

Konuya geniş bakmanın, belli bir coğrafyada, bir ruhsat alanındaki belli bir şirkete takılıp kalmamanın önemi, altın madenciliğinin ekstraktivist karakterinde sürekli karşımıza çıkıyor: Hükümetleri arkasına alarak ne tür insan hakları ihlallerine (mülksüzleştirmeler, yaşam alanlarında tahribat, sağlık kayıpları ve erken ölümler, sağlıksız iş koşulları, halkın haklı direnişlerinin zor ve şiddet yoluyla bastırılması…) yol açtığını ve demokrasinin altını nasıl oyduğunu (sömürgeci politik görüşü ve ülkenin kalkınması için bu talanların kaçınılmaz olduğunu empoze etmeleri, sözde bilimsel-teknik yöntemleri öne sürerek doğada ve insan sağlığında yol açılan yıkımları gizlemeleri, yasadışı ve yasa harici uygulamalarla toplum için açıkça zararlı madencilik faaliyetlerini rahatça yapabilmeleri…) gösterebilmeliyiz.

Madenciliğin yıkımlarıyla mücadelede ve aslında ekolojiyle ilgili her meselede, konunun politikleştirilmesi ve sorunun tanımında, çözümün üretiminde sınıfsal boyutun merkeze alınması gerektiğine inanıyorum.

Polen Ekoloji Kolektifi olarak kampanya boyunca altın madeni projelerinin olduğu farklı bölgelerde yerel halkın örgütlenme çalışmalarına ağırlık vermeyi hedefliyoruz. Şirketlerin sondaj çalışmalarına başladığı köylerde, mahallelerde, kırsal alanlarda yaşayanların destek almak için Polen Ekoloji ile temasa geçmeleri yereldeki mücadeleyi hızlıca başlatmamıza ve buralardaki maden karşıtı örgütlenmelerle kampanyamızı güçlendirmemize imkan sağlayacaktır.