Memet Günebakan yazdı | Faşizmin kuyusu ve devrimci direniş

Açlık grevleri, yalnızca bireysel bir eylem değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin bir biçimidir. Kapitalist devlet, kuyu tipi hapishanelerle işçi sınıfının ve ezilenlerin örgütlü mücadelesini kırmayı hedeflerken, devrimci tutsaklar, teslim alınmaya çalışılan bedeni bir silah olarak katiline doğrultur. Bu direnişler, sadece bir bedenin isyanı değil, aynı zamanda toplumsal bir hafızanın, kolektif bir bilincin direnişidir.
Kuyu tipi hapishaneler son yıllarda Türkiye ve Kuzey Kürdistan kamuoyunda zaman zaman gündeme gelse de birkaç açlık grevi haberi, insan hakları raporu ve sosyal medya paylaşımlarıyla sınırlı kalıyor. Bu hapishaneler hakkında detaylı bilgiler, gerek hak ihlalleri raporlarından, gerek bu yapılarda kalan tutsakların mektuplarından elde edilen bilgilerle sınırlıdır. Sadece bu bilgiler dahi bu yapıların klasik hapishane mimarilerinden çok daha farklı olduğunu gösteriyor. Peki gerçekte nedir bu yapılar? Hangi amaçla, kimler için inşa edildi? Sıradan bir tecrit mi, yoksa devletin devrimci düşünceyi, iradeyi ve hafızayı hedef alan ideolojik bir mühendislik çabası mı?
Bu soruları sormadan, beton duvarların ardında inşa edilen sessizliği, şiddeti ve direnişi kavrayamayız. Çünkü kuyu tipi hapishaneler yalnızca fiziki yapılar değil; modern devletin devrimci iradeyi bastırma stratejisinin mekansal biçimleridir. İçine yalnızca bedenler değil, ses, gökyüzü, kolektif bellek ve hatta zaman da hapsedilir. Bu yüzden mimari tercihler burada sadece teknik kararlar değil; ideolojik yönelimlerin doğrudan taşıyıcısı haline gelir. Her tasarım kararı, belirli bir siyasal aklın izini taşır. Bu yapıların ortaya çıkışı da, devletin kendi "düşman" tanımını nasıl kurduğuyla ve bu düşmanlığı mekan üzerinden nasıl işlediğiyle doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla mesele yalnızca mimarlık, ceza hukuku ya da insan hakları düzleminde ele alınamaz. Bu yapılar, doğrudan politik bir aklın ürünüdür.
Kuyu tipi hapishaneler etrafında dönen gündemin bu kadar sığ ve kısa ömürlü olması da tesadüf sayılamaz. Unutturmak, görünmez kılmak, normalleştirmek… Belki de en ağır şiddet biçimi budur. Her anlatım, mektup, rapor, gözlem bu yapıların ağır koşullarından, vahşetinden ve insanı içeriden çürüten doğasından söz etse de bir yerden sonra bu yapılara karşı yürütülmesi gereken acil politik mücadele ihtiyacı yerini dramatik bir anlatıma bırakıyor. Kuyu tipi hapishaneleri anlamak, yalnızca hapishane sistemini değil; devletin devrimcilere yönelik açtığı savaşın vahşi boyutunu da anlamaktır. Ancak mesele yalnızca bu yapıları teşhir etmekle de sınırlı değil. Asıl mesele, devletin bu mekanlara neden ihtiyaç duyduğunu, bu mimari ile neyi hedeflediğini ve buna karşı nasıl bir politik mücadele hattının örülebileceğini tartışmaktır. Kuyu içine gömülmek istenen yalnızca bir beden değil; aynı zamanda bir fikirdir, bir direniş hattıdır. Ancak her kuyu, aynı zamanda bir çatlaktır; çünkü en ağır baskı koşullarında bile direnişin biçimleri gelişir, yeniden kurulur.
MEKAN VE İKTİDAR
Mekan algısı, bireyin veya topluluğun bir mekanı nasıl deneyimlediği, bu deneyimin duyular ve toplumsal koşullar aracılığıyla nasıl şekillendiğiyle ilgilidir. Mekan, sadece fiziksel bir çevre veya coğrafi bir yer değil, aynı zamanda bireylerin ve grupların sosyal olarak inşa ettikleri, anlamlandırdıkları ve deneyimledikleri dinamik bir yapıdır. Bu bağlamda mekan, nötr ya da pasif bir zemin değil; toplumsal ilişkilerin, kültürel normların, ekonomik yapının ve politik gücün, sınıfsal ilişkilerin iç içe geçtiği karmaşık bir üretim alanıdır.
Marksist düşünce özellikle bu noktada mekanın salt fiziksel bir kategori olmadığını, aksine toplumsal ilişkilerle sürekli olarak yeniden üretilen bir yapı olduğunu savunur. Marksizme göre mekan, üretim ilişkileri, sınıf çatışmaları ve iktidar dinamiklerinin şekillendiği, sürdürüldüğü ve meşrulaştırıldığı bir zemin işlevi görür. Bu perspektif, mekanı yalnızca "nerede" sorusuyla değil, "kimin için", "kim tarafından" ve "ne amaçla" sorularıyla birlikte anlamaya yöneliktir.
Bu bağlamda en dikkat çekici teorisyenlerden biri olan Henri Lefebvre, mekanın toplumsal olarak üretildiğini ve bu üretimin, egemen sınıfların çıkarlarını yansıtan bir hegemonya biçimi olduğunu öne sürer. Lefebvre'e göre mekan, toplumsal pratiklerin, ideolojilerin ve iktidar ilişkilerinin hem bir sonucu hem de yeniden üretim aracıdır. Ona göre her toplum, kendi mekanını yaratır; bu da demektir ki her tarihsel dönemdeki mekan, o dönemin üretim biçimleri, sınıfsal yapıları ve iktidar ilişkileriyle biçimlenmiştir. Dolayısıyla mekan, kapitalist üretim ilişkilerinde yalnızca bir arka plan değil; sermayenin dolaşımını kolaylaştıran, emek gücünün kontrolünü sağlayan ve sınıfsal ayrımları mekansal düzlemde görünür kılan aktif bir unsurdur. Örneğin kent planlamaları, ulaşım ağları, konut politikaları ve kamusal alanların düzenlenişi, iktidarın mekan üzerindeki belirleyici gücünü açıkça ortaya koyar. Bu düzenlemeler, yalnızca işlevsel değil; aynı zamanda ideolojik bir biçimde toplumun sınıfsal yapısını yeniden üretir.
Sonuç olarak mekan, ne salt fiziksel bir varlık ne de yalnızca bireysel deneyimlerin pasif zemini olarak görülebilir. O, iktidarın somutlaştığı, sınıf mücadelesinin izlerinin görülebileceği ve toplumsal ilişkilerin hem üretildiği hem de yeniden üretildiği tarihsel ve ideolojik bir yapıdır. Mekanı anlamak, toplumu anlamaktır; çünkü mekan, toplumsal varoluşun hem aynası hem de aracıdır.
MEKANIN İDEOLOJİK MİMARİSİ: KUYUNUN DİBİ
Mekanı sınıf mücadelesinde ezilenlere karşı ideolojik bir silah olarak kullanan devlet aklının modern dönemdeki en somut yapılarından biri kuşkusuz ki kuyu tipi hapishanelerdir. Türkiye'de faşist rejimlerin devrimci tutsaklara yönelik sindirme politikaları kuyu tipi hapishanelerle zirveye ulaşmıştır. Dönemsel olarak bakıldığında, kuyu tipi hapishaneler, F tipi hapishanelerin bir evrimidir. 2000'li yıllarda F tipi hapishaneler, devletin IMF politikalarını uygulama ve devrimci hareketi ezme stratejisinin bir parçasıydı. Ancak F tiplerine karşı mahkumların direnişi (örneğin, 19 Aralık 2000 sonrası açlık grevleri, ölüm oruçları), devleti daha yoğun bir tecrit rejimine yöneltti. Kuyu tipi hapishaneler, bu bağlamda, modernitenin teknolojik imkanlarını kullanarak ceza rejimini "mükemmelleştirme" çabasıdır. Bu "mükemmelleşme" gayesi devletin vahşetini ortaya koyduğu gibi aynı zamanda teslim alamadığı devrimci iradeye karşı çaresizliğinin de bir göstergesidir.
Kuyu tipi hapishanelerin mekan olarak, iktidarın siyasi tutsakların direnişine karşı geliştirdiği ideolojik bir silah olduğunu belirtmiştik. Peki bu mekanın mimarisi nasıldır ve bu ideolojik silah nasıl çalıştırılır? Kuyu tipi hapishane, tutsakların yalnızca fiziksel varlıklarını kontrol etmez; aynı zamanda onların düşünce, irade ve kolektif hafızalarını da biçimlendirme amacı güder. Tarihsel olarak güç ilişkilerinin somut birer tezahürü olan hapishanelerin mimarisi, kuyu tipleri ile başka bir boyuta ulaşmıştır. Kuyudaki her duvar, her hücre, her pencere ve her merdiven, iktidarın siyasi tutsakların iradesini teslim almak için birer işlevi yerine getirir: Tutsakları yalnızlaştırma, teslim alma, onlardan bilgi alma, denetleme, gözetleme vb. Bu bağlamda, devletin ideolojik bir silahı olan kuyu, devlet gücünün sadece fiziksel bir şekilde değil, aynı zamanda psikolojik ve ideolojik olarak da işlediği bir alandır.
Kuyu tipi hapishaneler, yapısal olarak, tutsakları yalnızca fiziksel olarak değil, zihinsel ve toplumsal olarak da izole etme gayesi taşıyan bir tasarıma sahiptir. Genellikle küçük, izole (12-13 metrekarelik) küçük hücrelerden oluşan bu yapılar, tutsakları dış dünyadan, doğadan ve insan ilişkilerinden koparmayı amaçlar. Farklı tipleri olsa da, genelde bir merkezde bulunan odak noktası (kuyu) etrafında tasarlanmışlardır. İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Özgürlük İçin Hukukçular Derneği raporlarında, tutsaklar bu hapishaneleri "kuyunun dibi" olarak tanımlar; burada gökyüzü yoktur, ses yoktur, dayanışma imkanı yoktur. Yüksek ses yalıtımı, kesintisiz gözetim ve tam tecrit, bu yapıların temel unsurlarındandır. Tutsaklar yalnızca günde 1,5 saat havalandırmaya çıkarılır, komşu hücreden gelen insan sesi dahi engellenir. Bu tam izolasyon, bireyi yalnızlaştırarak teslim alma stratejisinin parçasıdır.
Devlet, bu mekanlarla sadece bedenleri değil; iradeyi, kişiliği ve zihinsel dayanıklılığı da hedef alır. Her ne kadar kimi adli suç gruplarına yönelik açıldığı iddia edilse de kuyu tipi hapishaneler, siyasi tutsaklar için inşa edilmiştir. Devletin "düşman" olarak tanımladığı muhalif figürleri toplumdan soyutlayarak ideolojik dirençlerini kırmak, bu yapılarla mümkün kılınmak istenir. Bu yüzden kuyu tipi, sıradan bir hapishane değil; devletin siyasi tutsaklara yönelik düşman hukukunun mekansal karşılığıdır. Artık kompleks olarak yapılan hapishaneler, genellikle basının ve ailelerin erişemeyeceği yerlere inşa edilir. Amaç açıktır: Tutsakları toplumun vicdanından uzaklaştırmak ve görünmez kılmak. Her kuyu, aynı zamanda bir unutma politikasıdır. Unutulan insan, yeniden cezalandırılan insandır. Kuyu tipi hapishanenin mimarisi ideolojik amaç taşır. Her dar koridor, her demir kapı, her beton duvar; bireyin zihninde itaati ve teslimiyeti pekiştirecek şekilde tasarlanmıştır.
Kuyular, modern devletin "güvenlik" kisvesi altında yürüttüğü kontrol ve bastırma arzusunun cisimleşmiş halidir. İktidarın denetim mekanizması burada yerin altına taşınmış, karanlık bir kuyuya dönüşmüştür. Hukuk ise bu yapılarda yalnızca bir formalitedir. Uzun tutukluluk, keyfi uygulamalar, sağlık hakkının ihlali ve temel ihtiyaçlara erişimin engellenmesi; tümü, sistematik bir baskı rejiminin parçasıdır. Bu düzenin temelinde adalet değil, cezasızlık ve keyfilik vardır. Kuyu tipi, bir mimari değil; bir zihniyetin yansımasıdır. Modernitenin disiplin aygıtlarının en karanlık yüzlerinden biri olan kuyu, kapitalist devletin bedeni ve iradeyi teslim alma projesinin bir sembolüdür.
FAŞİZMİN KUYUSU: GÖZETİMDEN TESLİM ALMAYA
Kuyu tipi hapishaneler son birkaç yıldır devletin tercih ettiği bir mimari olsa da, bu yapıların üzerinde inşa edildiği ideolojik arka plan toplum bilimlerinin uzun süredir tartıştığı bir meseledir. Bu kadar derinleşmemizdeki gaye, devlet tarafından inşa edilen bu yapıların her detayındaki ideolojik tahakkümü anlamak ve böylece devletin devrimcilere açtığı ideolojik savaşın boyutlarını göstermektir. Ve yine bu doğrultuda kuyu tiplerine karşı büyütülmesi gereken politik mücadele hattının aciliyetini tartıştırmaktır. Bu anlamda hapishanelerin ideolojik dönüşümü üzerinde genişçe çalışmalar yapmış Michel Foucault ile beraber kuyunun dibine bakmak faydalı olacaktır.
Jeremy Bentham'ın panoptikon tasarımı, Foucault'nun modern ceza rejimlerini anlamada kullandığı temel bir mimari metafordur. Panoptikon, merkezi bir kule etrafında şekillenen bir yapı olup, tutsakların sürekli denetlendiği, ancak denetleyenin görünmediği bir mekanizmadır. Bu düzenleme ile tutsakların davranışlarını içselleştirerek kendini denetlemesi amaçlanır. Kuyu tipi hapishanelerde kuleler, yerini modern gözetleme araçlarına bırakmıştır: Kameralar, otomotik kapılar, elektrik akımlı tel örgüler…
Foucault'ya göre, panoptikon, modern iktidarın "görme" ve "görülme" arasındaki asimetrik ilişkiye dayalı bir aygıtıdır. Kuyu tipi hapishaneler ise bu panoptik mantığı daha da radikalleştirir. Bu hapishanelerdeki tek kişilik hücreler, tutsakları hem fiziksel hem de zihinsel olarak izole ederek sosyal bağlardan koparır. Böylece iktidarın görünmeyen bir ağ gibi bedenlere ve zihinlere nüfuz etmesinin zemini hazırlanır. Tutsaklar 24 saat kameralarla izlenir, hücre kapıları otomatik sistemlerle kontrol edilir ve insan teması minimuma indirilir. Foucault bu durumu "iktidarın mikro-fiziksel" doğası olarak tanımlar. İktidar, yalnızca büyük kurumlarla değil, mekanın her zerresine sinerek işler. Foucault'nun, "iktidar, yalnızca baskı değil, aynı zamanda üretkendir" tezi, kuyu tipi hapishanelerin tutsakları pasif, itaatkar ve ideolojik olarak teslim alınmış bireylere dönüştürme amacını açıklar. Örneğin, tutsaklar iletişim araçlarından yoksun bırakılarak, dış dünyayla bağlantıları kesilerek kolektif bilinçlerini zayıflatmak hedeflenir.
Kuyu tipi hapishaneler, Foucault'nun panoptikon modelini modern teknolojinin araçlarıyla bir adım öteye taşır. Panoptikon, mahkumların gözetlendiğini "hissetmesi" üzerine kuruluyken, kuyu tipi hapishanelerde gözetim somut ve kesintisizdir. Kameralar her anı kaydeder; otomatik kapılar mahkumun hareketini mekanik bir düzene bağlar; elektronik takip sistemleri mahkumun varlığını bir veri noktasına indirger. Örneğin, TİHV raporlarına göre, kuyu tipi hapishanelerde tutsaklar, sürekli kamera gözetimi altında olmanın yarattığı "her an izleniyorum" hissiyle psikolojik bir çöküntüye sürüklenir. Böylece devletin siyasi tutsakları ideolojik olarak teslim alma çabası yeni bir düzeye taşınmış olur. Kuyu tipi hapishaneler, bu bağlamda, modernitenin teknolojik imkanlarını kullanarak ceza rejimini "mükemmelleştirme" çabasıdır. Ancak bu "mükemmelleşme", bireyi topluma kazandırmanın değil, devlete diz çöktürmeye mahkum etmenin çabasıdır.
ONLAR İÇERİDEN, BİZ DIŞARIDAN FAŞİZMİN KUYUSUNU KAZALIM
Kuyu tipi hapishaneler, yalnızca bir ceza rejimi değil, aynı zamanda ideolojik savaş alanıdır. Bu ideolojik savaş mekanları, direnişi de üretir. Açlık grevleri, kuyu tipi hapishanelerin disiplin rejimine karşı devrimci iradenin en radikal yanıtıdır. Bedeni, yaşamı ve düşünceyi kontrol altına almayı amaçlayan kuyu tipi hapishanelere karşı yürütülen açlık grevi direnişleri devletin biyopolitik tahakkümünü tersine çevirir. Devrimci, bedenini bir direniş alanına dönüştürerek, iktidarın yaşam üzerindeki egemenliğine meydan okur. Foucault'nun "beden, iktidarın yazıldığı bir yüzeydir" ifadesi açlık grevleri ile yeni bir anlam kazanır. Devrimci, bedenine kendi iradesini yazarak, iktidarın yazısını siler.
Açlık grevleri, yalnızca bireysel bir eylem değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin bir biçimidir. Kapitalist devlet, kuyu tipi hapishanelerle işçi sınıfının ve ezilenlerin örgütlü mücadelesini kırmayı hedeflerken, devrimci tutsaklar, teslim alınmaya çalışılan bedeni bir silah olarak katiline doğrultur. Bu direnişler, sadece bir bedenin isyanı değil, aynı zamanda toplumsal bir hafızanın, kolektif bir bilincin direnişidir. Devrimci tutsakların kararlılığı, bu karanlığı delmeye yönelik umudu büyütmektedir.
Bugün içeride ölüm orucunda olan Serkan Onur Yılmaz ve kuyulara karşı açlık grevinde olan diğer tutsaklar, bedenlerini bir direniş alanına dönüştürerek devlete karşı son derece politik bir tutum alıyor. Bu tür eylemler, sadece bireysel fedakarlıklar değil; devletin tecrit politikalarına, mekansal şiddetine ve ideolojik kuşatmasına karşı yürütülen bilinçli karşı hamlelerdir. Ancak dışarıda bu iradeye denk düşen bir politik karşılık üretilememesi, bu mücadeleyi yalnızlaştırıyor. Kamuoyunda bu eylemler genellikle dramatize edilerek, bireyin ölümü üzerinden geçici bir infial yaratma şeklinde ele alınıyor. Oysa asıl ihtiyaç, bu eylemleri büyüten yapısal nedenlere odaklanmak ve o yapının karşısına güçlü bir politik mücadele hattı örmektir.
Kuyu tipi hapishanelere karşı mücadele, yalnızca bir insan hakları meselesi değil, aynı zamanda kapitalist devletin ideolojik hegemonyasına karşı bir sınıf mücadelesidir. Kuyu tipi hapishanelerin kapatılması talebi, devletin mekansal hegemonyasına karşı bir mücadele çağrısıdır. Bu mücadele, yalnızca tutsakların özgürlüğü için değil, aynı zamanda toplumun tamamının özgürleşmesi için bir adımdır. Kuyulara karşı mücadele, yalnızca dört duvar arasındaki tutsakların değil; dışarıda özgürlük için çabalayan tüm emekçilerin ve ezilenlerin ortak görevidir. Kuyu tipi hapishanelere karşı yürütülecek mücadele, hem bir insan hakları sorunu hem de kapitalist devletin tahakkümüne karşı bir sınıf savaşıdır. Bugün "bir kişi daha ölecek" etrafında şekillenen tepkiler, duygusal sınırların ötesine geçemediği sürece iktidarın kurduğu kuşatmayı kırmak mümkün olmayacaktır.
Devletin hapishaneler üzerinden şekillendirdiği ideolojik tahakküm, gündelik hayatın dışında değil; bizzat onun içindedir. Bugün görev, yalnızca bu bedenlerin sesini duymak değil; o sesi örgütlü bir hatta dönüştürmek, kuyuya atılmak istenen düşüncenin dışarıda karşılık bulmasını sağlamaktır. Bu da ancak, kuyulardaki işkenceye karşı protestolarla sınırlı kalmayan kalıcı, kolektif ve stratejik bir politik mücadele hattının örülmesiyle mümkündür. Bedenini toplumun özgürleşmesine feda edenler kendi üzerine düşeni yapıyor. Onlar içeriden, biz dışarıdan faşizmin kuyusunu kazalım.