Ahmet Polad yazdı | Küçükburjuva anarşist bir yanılgı: Sınıfsızlık ve sosyalizm

Adeta çölde bir vaha misali, sınıflı toplumun-kapitalizmin ortasında sosyalizan bir sistem inşa edilir. Ancak bu bir çöl serabından öteye gidemez. Bir ütopya ilan edilir ve bu ütopya, çevresinde topladığı emekçilerin değil, burjuvazinin hizmetindedir. Çünkü "var olan ve ölmekte olana" yeni yaşamda da varlık hakkı tanınır, zombileşmiş burjuvaziye hayat soluğu üflenir!
Marksist toplum ve tarih okuması; somut olguların analizine dayanır. Tarihsel ve diyalektik yöntem bu anlamıyla marksizmin omurgasını oluşturur. Bu yöntemin herhangi bir düzeyde tahrifi veya çarpıtılması, sonuçları itibariyle de yıkıcı-yanıltıcı olur. Kuşkusuz bu gerçekliğin kendisi bile bize şunu söyler; marksizm okumaları da sınıfsaldır! Proletaryanın baş düşmanı olan burjuvazinin aydınları ve ideologları, marksizmi "dostunu tanı, düşmanını daha iyi tanı" düsturuyla okur. Burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıflar da kendi sınıf çıkarları doğrultusunda politika yaparlar. Bunlardan her biri kendi döneminin ve ülkesinin özgün koşulları çerçevesinde bir ideolojiye yaslanarak hareket eder. Liberalizmden sosyal demokrasiye, ulusalcılıktan muhafazakarlığa, milliyetçilikten sosyalistliğe değin çeşitli ideolojileri bayraklaştırırlar. Bu bayraklar altında öncülüğe soyunur, toplumu yönetmeye aday olurlar.
Tüm bu sınıflar içerisinde proletarya öncülüğünde, yarı proleterlerden emekçi küçükburjuvalara kadar uzanan bir kesim dışındaki tüm sınıf ve sosyal gruplar, ısrarla bir gerçeği flulaştırmaya, suyu bulandırmaya çalışırlar. O gerçek de şudur: Sınıfların varlığı! Yani, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle şekillenen emek-sermaye (antagonist) çelişkisinin ve sömürünün varlığı. Burjuvazi ve ideologları toplumsal rızayı, bu gerçeği flulaştırarak; toplumsal statülerin değişken olabileceğine toplumu inandırarak kazanırlar. Çok uzun yıllar boyunca işçi ve emekçilerin ailelerinin geçmişte tembellik yaptığı, dolayısıyla sermaye biriktirmiş bir soy ağacına sahip olmayan tembeller topluluğu olarak bu sefalete mahkum olduğu propagandasını yaptılar. Buna paralel olarak da okuyarak sınıf atlayan beyaz yakalıların propagandası yapıldı. Bu, tarihsel bir uğrakta toplum içerisinde rıza üretmenin kaldıracı yapıldı. Ama günümüz koşullarında bu artık pek mümkün değil. Emperyalist küreselleşme koşullarında sınıflar arası uçurum hem daha keskin hem daha derin. Bu uçurumu ileri yönde aşmak, imkansıza yakın. Fakat burjuva ideologlar, yine de görevlerinin başında; toplumsal rıza üretmek için sınıfsızlığı propaganda etmeye, yoz ve çürümüş burjuva kültür ve ahlakıyla, yaşam biçimiyle toplumu uyuşturarak rıza üretmeye devam ediyorlar. Bu anlamıyla insanın kendi varlığına yabancılaşması da gittikçe derinleşiyor.
Burjuvazinin bu çabası elbetteki anlaşılırdır. Zira o tüm maddi varlığını ve yaşam hakkını bu sömürü sistemine borçludur. İşte tam da bu gerçekliğin kendisi, yukarıda bahsettiğimiz "umut" üreterek razı etme düzeneğiyle birlikte değerlendirildiğinde, burjuvaziye yedeklenen sınıfların "sınıfsızlık" vaazının altındaki neden de görülmüş olur. Açıktır ki onlar da gelecekte sınıf atlayabilecekleri umuduyla yüklüdür. Kuşkusuz bu umutları da yersiz değildir. Ellerinde farklı düzeylerde üretim araçlarının mülkiyetini bulundururlar. Bu da onların "mücadelesini" iktidar karşıtlığı zeminine oturtur ve onların asla sistem karşıtlığı zemininde bir mücadele vermesi söz konusu olamaz. Bu ara sınıfların temsilcileri zaten benimsedikleri milliyetçilik vb. ideolojilerle sınıfsızlık üzerinden politika üreterek işçi-emekçileri, kadınları ve tüm ezilenleri burjuva çıkarlarını savunmaya çağırırlar. Bununla birlikte koşullar gerekli kıldığında sosyal demokrasiden sosyalizme değin çeşitli "sol" ideolojileri de benimseyebilirler. İşte tam da buralarda Türkiye ve Kürdistan'ın küçük ve orta burjuvazisi ortaklaşmaya başlar.
İster "özgürlükçü" ister "demokratik" damgası taşısın; küçükburjuva sosyalistlerimiz, sosyal demokratlarımız bizi "sınıf savaşımı dogmasından" vazgeçmeye çağırır. Onlar; sınıf savaşımının artık mücadelenin merkezinde durmadığını, çeşitli ezilen kesimlerin eşit düzeyde oluşturduğu bir mücadele merkezinin olduğunu; bu anlamda temel çelişkinin sınıf çatışması ekseninden çıktığını söyler. Ve bu "muazzam" keşifle tarih yeniden yazılır. İnanç, ulus, ekoloji, cinsel kimlik, hayvan hakları, yaşam alanları sorunları, yaşam tarzı özgürlüğü sorunları, (onlara göre dar gelirliler ve orta sınıf arasındaki ahlaki nedenlerden kaynaklanan) sınıfsal sorunlar, kadın özgürlüğü sorunu vb. bütün bunlar bir tarafa; karşısında ise ahlaksız devletler ve emperyalist burjuvazi... Görüntü güzel, görünen haklı; en geniş mücadele ortaklığının zemini yaratılmış, görünürde en geniş cephe ilan edilmiş. Peki gerçeklik böyle mi? Görüntünün büyüsüne kapılıp yanılgıya izin mi verelim, yoksa bilime mi başvuralım? Gerçeğe sorulacak sorular çoğaltılabilir. O halde Marx'ın şu sözünü hatırlatarak devam edelim: "Eğer her şey göründüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı."
Gerçeği kavrama bilimi, tarihsel ve diyalektik materyalizmdir. O halde keşfedilen "kurtuluş yolunun" tarihsel diyalektiğine, çıktığı kaynağa bakalım. Proudhon'un 1800'lü yıllarda ileri sürdüğü, omurgasını "mutualizm"in oluşturduğu anarşist fikirleri, bu tarihin ilk adımları olarak tanımlayabiliriz. O, bir tarafa emekçi sınıfları (mülksüzler, işçiler, köylüler ve zanaatkarlar), diğer tarafa ise mülk sahibi sınıfları (devletin otoriter yapıları, kapitalistler, finansal elitler, toprak sahipleri) koyar. Böylece ilk olarak sınıf olgusunu flulaştırır. Devamla bunlar arasındaki sorunları mülk sahibi sınıfların ahlaksızlığıyla açıklar. En geniş anlamıyla bir "mülkiyet" kavramını ortaya atar ve "mülkiyet hırsızlıktır" der. Bu sorunun çözümü olarak ise mülk sahiplerinin ahlak yoluna girmesi; emekçilerin de kooperatifler yoluyla, gelir dağılımındaki adaletsizliğe karşı, üretim araçlarına sahip olarak ortak işletmesini savunur. Altı boş güzel sözlerle bir kurtuluş tablosu çizilir, görüntü güzeldir! Ütopik sosyalizmin, anarşizme ve küçükburjuva sosyalizmine evrildiği ilk uğrak burasıdır.
Burjuvazinin devletine, ordusuna, ekonomik sistemlerine, kültürel hegemonyasına; bir bütün sınıflı toplumlar sistemine dokunulmaz. Ona bir savaş açılmaz. Adeta çölde bir vaha misali, sınıflı toplumun-kapitalizmin ortasında sosyalizan bir sistem inşa edilir. Ancak bu bir çöl serabından öteye gidemez. Bir ütopya ilan edilir ve bu ütopya, çevresinde topladığı emekçilerin değil, burjuvazinin hizmetindedir. Çünkü "var olan ve ölmekte olana" yeni yaşamda da varlık hakkı tanınır, zombileşmiş burjuvaziye hayat soluğu üflenir! Mülkiyetin adil dağıtılmasından bahsedilir, ancak burjuvaziyi ahlak yoluna yöneltecek peygamberin hangi ilah tarafından gönderileceğinden söz edilmez! Çünkü kapitalist sömürü sistemine karşı yıkıcı tek bir hamle savunulmaz, onunla "uzlaşı" içerisinde çözümden bahsedilir. Bu, Proudhon'dan günümüze, her ulustan anarşist ve küçükburjuva sosyalistlerin mücadele stratejisidir. Marx, Proudhon'un bu sefil görüşlerini "Felsefenin Sefaleti"nde çürütür.
Aynı şeyler, Proudhon'un güncel varislerinden Murray Bookchin'in felsefesi için de geçerlidir. O da tıpkı öncülleri gibi sınıf savaşımının yerine, genel geçer bir "devlet; yaş, ırk, cinsiyet ve bürokrasi hiyerarşisine" karşıtlığı koyar. Burjuvazi ve devletinden kurtulmayı milyarlarca işçi-emekçinin, kadın ve gencin gündemine getirmek yerine, belediyeler eliyle "kurtarılmış yaşam alanları" oluşturulabileceğinden bahseder. Bu yaklaşımla toplumun temel çelişkisine yokmuş gibi davranmak kime hizmet eder? Elbette ki üretim iliklerine kadar toplumsallaştığı halde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine dört elle sarılan burjuvaziye! Zira bunu savunan anarşist ve küçükburjuva ideologlarımız, sınıflarının çıkarlarını gözetmekle yükümlüdür. Onlar, geleceklerini (üretim araçları üzerindeki) özel mülkiyetin, dolayısıyla emek ve cins sömürüsünün ortadan kaldırılacağı komünizmde görmezler. Orta ve küçükburjuvalarımız, hasretle, büyüyecekleri ve sömürü çarkını ele alacakları günü bekler ve onu hazırlamaya çalışırlar. Bunun için her yolu mubah görür ve milyonlarca işçi-emekçiyi, kadın, LGBTİ+ ve genci maniple etmekten çekinmezler. Keza marksizme söylenmedik (gerçek dışı) şeyler üzerinden saldırmaktan da geri durmazlar.
Oysa marksizm leninizm, ulusal sorundan kadın özgürlüğüne, ekolojiden yaşam tarzı sorunlarına kadar hepsini tanımlayıp tarihsel yerine oturtur. Bunu Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in yapmış olması da gerekmez. Onların yoldaşları ve ardılları, onların yöntemi ışığında güncel sorunları tanımlar ve mücadelenin konusu haline getirir. Ancak bu proletaryanın tarihsel misyonunu kaybettiği anlamına gelmez. Çünkü proletaryanın hala zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur ve bu yoksulluk toplumun en geniş kesimlerine yayılıyor. Bu durumda toplumumuzun sefaleti üzerine felsefe yapanlar, felsefelerinin sefaletiyle yüzleşecektir. Zira sosyalizm tek gerçek kurtuluş yoludur ve gelecektir; gelecekte ise burjuvazi başta olmak üzere hiçbir sömürücüye yer yoktur!