Arzu Demir yazdı | Onur kazanacak!

Burjuva aile birliğinin korunması, esas olarak, bugün kapitalist sistemin ve faşist düzenin korunmasından başka bir şey değil.
Bu yıl da faşist şeflik rejimi, LGBTİ+ ve trans onur haftası etkinliklerini yasakladı. En son 28 Haziran'da İstanbul'da yapılan 23. Onur Yürüyüşünde polis, 53 kişiyi darp ederek gözaltına aldı. Gözaltından serbest bırakılan SKM Genel Sözcüsü Tanya Kara'nın verdiği bilgiye göre, homofobik ve transfobik küfürler, hal ve tavırlar gözaltı boyunca eksik olmadı. Trans kadınlar ayrı bir yerde tutularak tecrit edildi, ters kelepçe işkencesi yapıldı. Pazartesi günü adliyeye çıkartılan 53 kişiden Özgür Genç Kadın Merkezi Koordinasyonu üyeleri Sinem Çelebi ve Hivda Selen ile SODAP'tan Doğan Nur, "Eyleme katılabilme ihtimali" gerekçesiyle tutsak edildiler, diğerleri de "yurtdışı çıkış yasağı" şartıyla serbest bırakıldılar.
Onur Yürüyüşünün yasaklanmasına, Taksim ve Okmeydanı'nın polis tarafından işgal edilmesine ek olarak, "eyleme katılabilme ihtimali"ni de iktidar suç olarak gördü.
Genelgelerle "toplumsal cinsiyet" kelimesini bile yasaklayarak ortadan kaldırmak isteyen, erkek egemenliğin billurlaşmış hali olan bu iktidardan başka bir türlüsü de beklenemez zaten.
İlan edilen 10 yıllık "aile yılı" stratejik planının merkezinde kadınlar kadar, LGBTİ+'ların da olduğunu, Erdoğan yaptığı her konuşmada gösterdi. Faşist şeflik rejimi, günlük hayatta "kendileri olarak" var olma imkanından yoksun bırakılan LGBTİ+'ları "LGBTİ faşizmi yapmak" gibi akıllara durgunluk veren bir kavramla suçladı. Türkiye'nin "dış güçlerin uluslararası cinsiyetsizleştirme" operasyonuna maruz kaldığı safsatası da başka bir saçmalık. Akıl almaz sözler olsa da tüm bunların bir amacı var elbette. İktidar, şef tipi aileyi, haliyle de erkek egemenliğini ancak bu şekilde güçlendirebileceğini biliyor. Şef tipi ailenin güçlendirilmesi ise faşist rejimin tahkim edilmesinden başka bir şey değil.
Aile, bir "duygusal birlik alanı"ndan öte hem üretici hem de tüketici bir birim olarak, tarihsel gelişimin zorunlu bir örgütlenme biçimidir. Bu nedenle tüm toplumsal tarihte, egemen cins ve sınıflar bakımından ailenin korunması bir devlet meselesi olarak ele alındı. Bu yaklaşım da kadınların bedenlerini, savaş alanı haline getirmiştir. Burjuva aile birliğinin korunması, esas olarak, bugün kapitalist sistemin ve faşist düzenin korunmasından başka bir şey değil. O ailenin de kadınlar ve özellikle kız çocukları için nasıl büyük acılar yaşattığını ve kayıplar yarattığını daha önce defalarca yazdım.
Sadece Türkiye'de değil dünyada, yükselen faşizm ile birlikte, iktidarlar aileyi güçlendiren politikalara öncelik verirken, kadın ve LBGTİ+'ları da hedef tahtasına oturtuyor. Bu anlamda dünya gericiliğinin liderliğini ABD Başkanı Trump yapıyor. Onu, Macaristan Başbakanı Orban takip ediyor. Erdoğan da bu faşistlerden geri kalmıyor.
Nisan 2025'te Macaristan Parlamentosu, LGBTİ+'ların kamuya açık etkinliklerini yasaklayan ve çifte vatandaşların vatandaşlık haklarını kısıtlayan anayasa değişikliğini kabul etti. Bu düzenleme ayrıca, cinsiyetlerin sadece "kadın" ve "erkek" olarak tanınması zorunluluğunu da getirdi. Anayasa değişikliğinin ve Başbakan Viktor Orban'ın tehditlerinin ardından bu yıl ki onur yürüyüşünün nasıl yapılacağı merak ediliyordu. Merakımızı 28 Haziran'da giderdik. Ülke tarihinin en kitlesel eylemi gerçekleşti. Bu yıl, diğer onur yürüyüşlerinde olduğu gibi, Budapeşte'de de antifaşist sloganlar, mesajlar öne çıktı. Çünkü, LGBTİ+'ların varoluşlarını hedefleyen bu yasakların aynı zamanda dünyada geliştirilen faşistleşmenin önemli adımları olduğu görülmeye başlandı.
Peki, Türkiye ve Kürdistan'da tablo nasıl?
LGBTİ+ hareketi ile kadın hareketinin, bugüne kadar belirli zeminlerde mücadele yoldaşlığı oldu. Bu ittifakların, özellikle kimi teorik tartışmaların etkisiyle zaman zaman zayıflatıldığı anlar da oldu elbette. Ancak bugün bakımından iktidarın şef tipi aileyi güçlendirmek için dayattığı "aile yılı", kadınlara ve LGBTİ+'lara yönelik bir savaş ilanı olduğunu göre, mücadele yoldaşlığının, ittifakların daha güçlü ve sürekli kurulmasından başka yol yok.
Diğer yandan bu yıl da devrimcilerin, sosyalistlerin, Onur Yürüyüşleri ve LGBTİ+'lara yönelik düşmanlık karşısında iyi bir sınav verdiğini söylemek mümkün değil. "Varoluşlar yasaklanamaz" diyerek LGBTİ+'ların yanında durmak önemli. Ancak onlarla dayanışma kadar, heteroseksizme karşı mücadelenin de emekçi sol hareketin mücadele gündemi olduğunun siyasal bilincine varmak da gerekli. Bu bilinç, dayanışmanın ötesine geçmeyi, LGBTİ+'ların var oluşlarını hedefleyen yasa hazırlıklarına, Erdoğan'ın dilinden düşmeyen düşmanlaştıran cümlelere karşı eylemli söz söylemeyi gerektiriyor.
Bu yılki İstanbul Onur Yürüyüşü 3 tutsağını verdi; Sinem ve Hivda Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi'ne, Doğan ise Metris T Tipi Hapishanesi'ne konuldu.
Ezilenlerin Hukuk Bürosu avukatları, önceki gün Bakırköy'de Sinem ve Hivda ile görüştü. Avukatların verdiği bilgiye göre, iki genç kadına hapishane girişinde çıplak arama dayatılmış, kabul etmeyip direndikleri için idare yapmaktan vazgeçmiş. Ancak ikisi de, siyasi tutsakların koğuşlarına konulmuyorlar, tek kişiye göre, havalandırmasız biçimde tasarlanmış hücrede birlikte tutuluyorlar. Hapishaneden gönderdikleri mesajlarında "Onur Yürüyüşümüz her yerde sürüyor" dediler.
Onur Yürüyüşünün 3 tutsağı için İzmir ve İstanbul'da Onur Komiteleri açıklamalar gerçekleştirdi. Bu 3 devrimcinin özgürlüklerine kavuşmasının, sadece LGBTİ+ hareketi ya da kadın hareketinin bir görevi olmadığını, aynı zamanda politik özgürlük meselesi olduğunu görerek, emekçi solun harekete geçmesi gerekiyor.