Asgari ücretin bugünkü anlamı: Açlık, yoksulluk ve ölüm
Bir burjuva kapitalist devlet ilk suçunu nerede işler? Bunca sömürünün, ölümün, cinayetin ve sefaletin ana nedeni nedir? Soru nettir; cevap da net olmak zorundadır. Tüm çelişkilerin başladığı, bizi aynı neden etrafında buluşturan ve düzeni sorgulamaya iten şeydedir bu suç: 14 yaşındaki bir çocuk işçinin kafasının giyotin makinesine kaptırıldığı sefalet düzeninde; Nuh Mercimek'in ölümüne yol açan mekanizmada; yani burjuvazinin devletindedir.
Bir "devlet" ne zaman "suç" işlemeye başlar ya da "modern çağın kapitalist burjuva devlet aygıtının en affedilemez suçu nedir" diye sorsak, alt alta sıralayabileceğimiz sayısız yanıt bulabiliriz. Bu yanıtların hepsinin birbiriyle ilişkili, birbirinin nedeni ve sonucu olduğu gerçeği tartışmasız bir gerçektir.
Olası bütün cevaplar arasında en temel ve en tartışmasız olanı, toplumsal yapının ana eksenini oluşturan emek ile sermaye arasındaki çelişkidir. Sömürü dediğimiz olgu, ister görünür ister örtük biçimleriyle olsun, gündelik yaşamın temel belirleyenidir. İşçi sınıfı ve burjuvazi, ezen ve ezilenler arasındaki bu uzlaşmaz çelişki; açlığın, sefaletin, iş cinayetlerinin ve intiharların da asli nedenidir.
Üçü çocuk işçi olan parfüm fabrikasındaki patlamada yaşamını yitiren 7 işçi, yalnızca bu yıl MESEM sömürü tezgahlarında ve şimdisizlik kıskacında devlet ve patron işbirliğiyle ölen 85 çocuk, işten atıldığı için 6 Aralık günü çalıştığı belediye binası önünde kendini yakarak hayatına son veren ve geride beş çocuk bırakan Nuh Mercimek… Bunlar, sömürü düzeninin ortaya çıkardığı sosyal yıkımın yalnızca birkaç örneğidir.
Toplumsal intiharların bireysel patlama ve yıkım anı olduğu gerçeğinden hareketle, her bir intiharın sorumluluğunun da omuzlarımızda olduğunu bilerek hareket etmek zorundayız. Nuh Mercimek, beş çocuğunun geleceğine dair bir plan yapabilecek koşullara sahip olsaydı, gerçekten intihar eder miydi? Gelecek, geleceğin meselesi olsun; fakat bugün, emekçi sınıfların "şimdi"sine, akşam sofraya koyacak ekmeğine dair hiçbir planı yok.
Bir anne ve baba, çocuk yaşta evladını ağır sömürüye ve hiçbir iş güvenliği olmayan bir parfüm fabrikasına neden yollar? Cevap yalındır: Açlıkla sınanan milyonların evine üç kuruş fazla girmesi içindir. Bunun içindir oyun ve eğitim çağındaki çocuklarını esnek, güvencesiz ve iş güvenliği alınmayan sömürü tezgahlarına göndermek zorunda kalmaları.
Emek ve sermaye arasındaki çelişki, uzlaşmaz bir karşıtlık olarak iki sınıfı doğrudan karşı karşıya getirir. Çünkü işçi sınıfının çıkarları ile burjuvazinin çıkarları, aynı düzlemde uzlaşması imkansız iki uçtur. İşçi sınıfı ile burjuvazinin genel ve politik karşı karşıya geliş anlarından biri, belki de en önemlisi asgari ücretin belirlenmesi sürecidir.
Bu nedenle devlet aygıtını elinde bulunduran ve burjuvazinin temsilcisi olan kapitalist devlet, hiçbir koşulda genel kar kütlesi içinden ücretlilerin hakkını teslim etmez. Sermaye birikim sürecinin en temel unsuru bu kuraldır. Kapitalist devletin varlık koşulu, artıdeğeri üreten işçinin emeğinin ücretlendirilmemiş kısmına el koyabilmesine, gerekirse bunu zor ve faşizm yoluyla gasp edebilmesine bağlıdır.
Baştaki soruya dönelim. Bir burjuva kapitalist devlet ilk suçunu nerede işler? Bunca sömürünün, ölümün, cinayetin ve sefaletin ana nedeni nedir? Soru nettir; cevap da net olmak zorundadır. Tüm çelişkilerin başladığı, bizi aynı neden etrafında buluşturan ve düzeni sorgulamaya iten şeydedir bu suç: 14 yaşındaki bir çocuk işçinin kafasının giyotin makinesine kaptırıldığı sefalet düzeninde; Nuh Mercimek'in ölümüne yol açan mekanizmada; yani burjuvazinin devletindedir. Açlık sınırının 28 bin lira olduğu bir ülkede 27 bin lira teklif edilen asgari ücrette de aynı suç kendini gösterir. Tüm bu "ölümlerin" sorumluluğunu hiçbir şekilde üstlenmeyen burjuva devlet aygıtı, bu düzenin asli failidir. Çünkü bütün bu sömürü ve emek rejimini yasalarıyla, Asgari Ücret Tespit Komisyonuyla, hakem kuruluyla vs. vs. sermaye sınıfı adına düzenleyen devlettir, bugünkü yürütücüsü ise faşist saray rejimidir.
Açlık sınırının 28 bin, yoksulluk sınırının 92 bin lira olduğu bir ülkede asgari ücretin açlık sınırının altında belirlenmesini tartışmak emekçi milyonlara karşı işlenmiş bir suçtur. Bu suçun doğrudan ya da dolaylı tüm sorumluları, Orta Vadeli Program dayatmalarını pişkince savunan faşist şeflik rejiminin bakanları, milletvekilleri ve bu iktidardan çıkar sağlayan, bu saray rejimine sırtını yaslayan tüm patronlar sınıfıdır.
Her şey çıplak gözlerimizle gördüğümüz ve kulaklarımızla işittiğimiz bir yalınlıkta gerçekleşiyor. İşte bu sermaye düzeni MESEM sömürü tezgahlarında 14-17 yaş aralığındaki çocuklara 6 bin 695 lira ile 11 bin 55 lira arası bir ücreti layık görüyor. Çocukları işçileştiren ve üretim tezgahlarında acımasızca sömüren, iş cinayetlerinde katleden bu devlet, MESEM'de çocuk işçi sömürüsü yapan patronlara ödeme dekontlarını yollama karşılığında işsizlik fonundan geri ödeme yapıyor. Çocukları sömürmesini kamu kaynaklarıyla besliyor, sömürüyü katmerlendiriyor. Kamu kaynaklarının sınırsız ve kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yağmalanması, çocuk işçi sömürüsü yapan patronların cebinden bir lira bile çıkmaması gibi nedenler toplumsal çelişkileri derinleştiriyor, yoksullaşma krizinin her geçen gün çok boyutlu ve aşılamaz hale gelmesine yol açıyor. Sermaye sınıfı devletin hazırlayıp sunduğu ucuz işgücü pazarından çocuk işgücünü en ucuza satın alarak, asgari ücret başta gelmek üzere tüm ücretleri ucuz emek rezervleriyle baskılıyor. İşçi sınıfını daha düşük ücretlerle çalıştırıyor, yoksulluğu her iki düzlemde boyutlandırıyor. Mutlak ve nispi yoksulluk tüm emekçi sınıf katmanlarının yaşamının bir gerçeği haline geliyor. Asgari ücretin ortalama işçi ücreti haline gelmesi tam da bu yoksullaşma krizini somutluyor. Yoksullaşma krizi on milyonlarca emekçiyi insanca olmayan en sefil yaşam koşullarına itiyor.
2024 yılının başından itibaren uluslararası rekabet pazarında avantajını korumak isteyen Türk burjuvazisi, bölgesel asgari ücret tartışmalarını gündemleştirerek bir yandan bölgesel eşitsizliği derinleştirmek, diğer yandan kendisine ucuz işgücü kaynağı yaratmak istiyor. 1951-1974 yılları arasında uygulanan bu politika, kırdan kente göçlerin önünü açmış ve yerli burjuvazinin sermaye birikim sürecini hızlandırmıştı; ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü kaynağını karşılayan bir kaldıraç işlevi görmüştü. Toplumsal hareketlerin yükselmesiyle beraber işçi sınıfı, bu asgari ücret eşitsizliği zincirini parçalamış ve genel asgari ücret, sendikalar ve hükümet temsilcileriyle beraber belirlenir hale gelmişti. Bu hakkın koparılmasında dönemin militan işçi hareketinin ve devrimci hareketin yükselişinin etkisi belirleyici olmuştu.
Emperyalist küreselleşme koşullarında varlığını güncel rekabet koşullarına göre düzenleme gayretindeki Türk burjuvazisi, azalan karlardan süper sömürü "emek" cennetleri oluşturarak çıkmak istiyor. Şimdilik burjuvazi ve kalemşörleri tarafından cılız bir şekilde dillendirilen bu aşağılık talep, önümüzdeki günlerin temel mücadele gündemlerinden birisi olacaktır.
2026 yılı bütçe görüşmelerinde 2,7 trilyon liralık kısmın faiz ödemelerine ayrılmasıyla birlikte, toplumun toplam servetinin yüzde 75,6'sı en zengin yüzde 10'un elinde toplanmış durumda. Faiz gelirleri yine bu ayrıcalıklı kesimlerin ve uluslararası fon şirketlerinin kasalarını doldururken; "uluslararası rekabette" geri kalmak istemeyen Türk burjuvazisi, açlık sınırının altında bir asgari ücret dayatarak emekçilere sefaleti reva görüyor. Emekçinin cebinden çalınıp, rant ve faiz baronlarına peşkeş çekilen bu kıyakların farkından hangi sonuç çıkıyor? 5 çocuğunu geride bırakıp işsizlik ve aç kalma korkusuyla kendini yakan Nuh Mercimek!
İşçinin alın teriyle yaratılan değerlerin burjuvazi eliyle yağmalanması, emekçi sınıfların ürettiği fazlanın faşist şeflik rejimi tarafından faiz asalaklarına aktarılması anlamına geliyor; yani ortada açık bir talan mekanizması var. Bu talan mekanizmasından, 14 yaşında sac büküm makinesine kafasını kaptıran Arda Tonbullar için ölüm ve sefalet düşüyor!
Dolaylı ya da doğrudan, genel nüfusun yüzde 85'ini etkileyen ve önümüzdeki dönemde tüm toplumsal dinamikleri belirleyecek olan sınıf mücadelesinin yönünü doğru kavramak yaşamsal önemdedir. Asgari ücret mücadelesinden çocuk işçiliğine, sermayenin yeni madencilik yasasıyla doğa katliamına ve diğer tüm toplumsal çelişkilerin keskinleşme alanlarına ve anlarına yerleşmek, sınıf savaşımının devrimci bir yönde gelişmesini sağlamak temel ve kopmaz perspektifimiz olmalıdır. Gündelik ajitasyon ve propaganda araçlarımız, örgütlenme ve eylem pratiğimiz bu çetin mücadele alanlarını sıkıca kavrayarak gelişmelidir.
Politik özgürlüğün kazanılması, söz, eylem ve örgütlenme hakkının önündeki engellerin kaldırılması, kuyu tipi zindanlarındaki direnişin toplumsal mücadelenin konusu haline getirilmesi ve buna benzer birçok kadın ve gençlik gündemini aynı keskinlik ve sokak ajitasyonunun konusu haline getirmeliyiz. Gündelik politikanın ve sokak mücadelelerinin gündemini kendini yakan işçiye, iş cinayetlerinde katledilen çocuklara bükemediğimiz, meydanları ve sokakları sefalet zamlarına karşı tutuşturmadığımız sürece, anlamlı bir devrimci odak ve mücadelenin yaratıcılarına dönüşemeyiz.
Günün devrimci ödevi açık ve somuttur. Devrimci sosyalistler tüm örgütlü kuvvetleriyle günün getirip önümüze bir devrimci görev olarak koyduğu bu toplumsal ve politik çelişkilere devrimci yönden etkide ve müdahalede bulunmalı, işçi sınıfı ve ezilenlerin sermaye ve faşist saray cuntasına karşı mücadelesini yükseltmede öncü ve atak rolünü oynamalıdır.
*İşçi Sınıfı ve Ezilenlerin Sesi ATILIM gazetesinin 12 Aralık tarihli 248. sayısında yayımlanan başyazısı.