3 Mart 2025 Pazartesi

Olcay Çelik yazdı | Avrupa'da askeri keynesçiliğin dönüşü ve Türkiye kapitalizmi

Avrupa egemenleri geri kaldıkları emperyalist rekabette öne geçip kapitalist durgunluktan çıkmak için bir kez daha savaş kapitalizminden medet umarken, savaş sanayisine stratejik önem atfetmiş olan faşist şef de bu süreci kendi siyasi ve iktisadi krizini öteleyebilmenin bir aracı olarak kullanabilir.

Trump'ın ABD olarak Ukrayna'daki savaş için Avrupa'ya 200 milyar dolardan fazla yardımda bulunduklarını, barışı korumanın maliyetini artık kendilerinin üstlenmesi gerektiğini söylemesi, yardımcısı JD Vance'in de Münih Güvenlik Konferansı'nda Avrupa'nın kendi savunması için büyük bir adım atması gerektiğini belirtmesi AB'yi alarma geçirmiş gözüküyor. 17 Şubat'ta Paris'te Rusya-Ukrayna savaşını ve Avrupa'nın güvenliğini konuşmak üzere düzenlenen acil toplantının ardından emperyalist liderler, komisyon sözcüleri ve savaş kapitalistleri ardı ardına açıklamalar yapıyor ve ABD desteği olmadan Avrupa'nın kendisini Rusya tehdidine karşı nasıl savunabileceğini tartışıyor.

Avrupa'nın ABD'ye iktisadi bağımlılığını azaltmak için kendi askeri gücünü oluşturması gerektiği tezi zaten epeydir Macron tarafından dile getiriyordu. ABD desteğinin kesileceğini gören Zelenskiy de bir "Avrupa Ordusu" kurulması çağrısında bulundu. Ancak AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas, "Bir Avrupa ordusuna değil, yetenekli ve etkili bir şekilde birlikte çalışabilecek 27 Avrupa ordusuna ihtiyacımız var" diyerek buna karşı çıktı.

Yeni kolektif savaş aygıtının formuna dair henüz bir fikir birliği olmasa da, Avrupa egemen sınıfının tamamına yakını savaş sanayisinin güçlendirilmesi gerektiği konusunda uzlaşıyor. Bu noktada Avrupa'nın askeri tahkimatının bağımlı yapısının başlıca sebebinin 27 AB üye ülkesinden 23'ünün bağlı olduğu NATO'nun ülkelere milli gelirin en fazla yüzde 2'si kadar savaş harcaması yapabilmeleri yönünde koyduğu hedef olduğu düşünülüyor. Raporlar ise parasal olarak AB'nin bu yeni dizayn için toplamda 500 milyar euroya ihtiyacı olduğunu öngörüyor.

Macron bu kaynağın yaratılması için "Avrupa'nın mali ve parasal çerçevesinin miadını doldurduğunu", kamu harcaması önündeki yasal ve hatta ideolojik engellerin kaldırılması gerektiğini savunuyor. Avrupa Parlamentosu Güvenlik ve Savunma Komitesi Başkan Yardımcısı Riho Terras da söz konusu harcama/milli gelir hedefinin en az yüzde 3'e çıkarılması gerektiğini belirtiyor. Bu oran bakımından 2024'te NATO'nun ve AB'nin en yüksek savaş harcaması yapmış üyesi olan Polonya'nın Dışişleri Bakanı ise AB'nin bir "yeniden silahlanma bankası" kurmasını öneriyor. AB Komisyonu'nun Savunma ve Uzaydan Sorumlu üyesi Andrius Kubilius ise askeri harcamalarda "büyük patlama" yaklaşımının benimsenmesini ve bu doğrultuda "savunma tahvilleri" çıkarılmasını savunuyor.

Görünen o ki, Avrupa egemenleri Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesinde yaptıkları gibi bugün de "askeri keynesçiliği" yeniden sahneye çağırıyor, kapitalist durgunluğu aşmak için savaş kapitalizminden medet umuyor.

ASKERİ KEYNESÇİLİĞİN DÖNÜŞÜ
Burjuva ideolojisinin bir parçası olan keynesçilik, iktisadi büyümenin motorunun toplam talep olduğunu savunur. Kapitalist durgunluğun sebebini talep eksikliğinde arayan keynesçilik, bu eksikliğin üstesinden hem işçi sınıfına, hem de şirketlere dönük yardım ve teşvikler aracılığıyla, yani kamu harcamalarının artırılması ve tam istihdam yoluyla gelinebileceğini (dolayısıyla durgunluktan çıkılabileceğini) öne sürer. Askeri keynesçilik ise söz konusu talebin esas olarak sosyal değil, askeri harcama ve yatırımlar yoluyla artırılması pratiğidir. Özel tüketiminin aksine, silahların tüketilmesini sağlayacak pazar devlet idaresinin elinin altında olduğu ve var olan üretim büyük ölçüde askeri üretime yönlendirildiği için, "sivil" versiyonuna kıyasla toplam talebin çok daha hızlı, etkin ve neredeyse sonsuz nicelikte genişletilebileceği düşünülür. Ayrıca bir sektöre yoğunlaşarak geliştirilecek teknolojinin gelecekte tüm sektörlere doğrudan fayda sunacağı iddia edilir.

Bilimsel baktığımızda ise kapitalist birikimi belirleyen şeyin talep yeterliliği değil, daha fazla kar beklentisi olduğunu görürüz. Dolayısıyla kapitalist kriz de talep yetersizliklerinden değil, kar oranlarındaki düşüşün aşırı-üretime yol açmasından kaynaklanır. Zaten keynesçi politikaların maddi zeminini oluşturan da ortalama kar oranının tarihsel düşük seviyelerinde olduğu kriz koşullarında bir de yükselen sınıf mücadelesi ve SSCB tehdidi altında bulunan emperyalistlerin birikimlerini sürdürebilme ve kendilerini koruma arzusu olmuştu. Burjuva devlet "kolektif kapitalist" olarak sahaya sürülmüş, kar oranlarının düşüklüğü sebebiyle tek tek kapitalistlerin yüklenemeyeceği yatırımlar kamu üretimi ve teşvikleriyle gerçekleştirilmişti. Sosyal tavizler de talebi değil, işçiler emperyalist burjuvazilerine desteği yükseltsin diye verilmişti. Askeri keynesçilik ise bu yolun kapitalist krizi aşmaya yetmediği koşullarda ortaya çıktı. Krize/durgunluğa nihai çare olarak emperyalist savaşı devreye sokmanın iktisadi politikası olan askeri keynesçilik, işçi sınıfının kazanım ve birikimlerini ideolojik bir şok ve gasp dalgasıyla sermaye sınıfına aktarmayı esas aldı. Yatırımlar askerileştirildi, karların gerçekleştirilmesi zemini sivilden askeri tüketime kaydırıldı. Büyümeyi getiren, işçi sınıfının tam istihdam altında ancak yaşam standartları daraltılmış şekilde üretmesi, yani artı değer oranının yükseltilmesi oldu. Savaşın yarattığı devasa ölçekteki yıkım, sefalet ve işsizlik ise hem işgücünü hem de sermayeyi doğrudan ucuzlattı, böylece savaş sonrasında ortalama kar oranlarının yükselmesinin ve kapitalizmin yeni bir genişleme sürecine girmesinin yolunu açtı.

Bugün Avrupa'da askeri keynesçi politikalara dönüşün ciddi ciddi konuşuluyor olması öncelikle mevcut kapitalist durgunluğun emperyalist rekabeti transatlantik bağları çatırdatacak derecede yoğunlaştırdığını gösteriyor. Krize karşı savaşı ciddi bir kurtarıcı olarak devreye sokmaya teşne olmaları ayrıca Avrupa emperyalistlerinin üretici güçleri geliştirme kabiliyetlerindeki kötürümlüklerinin de bilincinde olduklarına işaret ediyor. Bu anlamda savaş harcamalarının "patlatılmasından" beklenen şey, belki de en sansürsüz biçimiyle AB Komisyonu'nun Savunma ve Uzaydan Sorumlu üyesi Andrius Kubilius aracılığıyla dile geliyor: "Avrupa, gerektiğinde kaynakları etkin bir şekilde harekete geçirebildiğini Covid-19'dan çıkış için 700 milyar euro ayırdığında kanıtlamıştır. Rusya ise Avrupa için pandemiden çok daha varoluşsal bir tehdittir." Hatırlayacağımız üzere pandemide 700 milyar euronun büyük bölümü kamu tarafından tekellerin azalan karlarını kurtarmaya harcanmış, sonrasında bunun faturası da kar enflasyonu ve düşen reel ücretler yoluyla sınıfa ödetilmişti. Pandemiyi bir sınıftan diğerine servet transferinin sivil aracı olarak kullanmış olan Avrupa egemenlerinin şimdi çok daha büyük bir transfer için askeri seçeneğe ihtiyaç duyduklarını, "Rusya tehdidini" de bunun aracı kıldıklarını görüyoruz.

Bunun Avrupa işçi sınıfına doğrudan yansıması (tarihte olduğu gibi) ücret artışlarına yasal sınırların getirilmesi, zorunlu çalışmanın yasalaşması, grev hakkının askıya alınması, gerek savaş bonoları gerekse "lüks" tüketimin tasfiyesi sonucu geçim sepetinin sertçe daraltılması ve işsizlik, emeklilik, engellilik ödeneklerinde diğer sosyal haklarda yapılacak kesintiler olacaktır. Bunun nasıl bir politik baskı ortamına kapı aralayacağını tahayyül etmek zor değildir.

TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN 'FIRSATI'
Soğuk savaşın sona ermesinin ardından savaş sanayisine yönelik kamu harcamalarına kısıt getirilmesi bu sektörde şirket birleşmelerini teşvik etmiş olsa da, Avrupa'da savaş sanayisinin hala çok parçalı bir yapıda olduğu söylenebilir. Savaş kapitalizminin ihtiyaç duyacağı ölçek ekonomisine sermayenin daha ileri düzeyde merkezileştirilmesinden ziyade, çok daha etkin ve güvenilir bir tedarik zinciriyle tahkimi yoluyla ulaşılması hedefleniyor şimdilik. Bu da Türkiye gibi ülkelerin iştahını kabartıyor.

1990 öncesi emperyalist ülkelerden hazır alım yapan; 1990-2000 bu ülkelerle ortak üretime geçen; 2000-2010'da kısmi tasarım kabiliyetini geliştiren ve 2010-2020 arasında yerli tasarımları geliştirmeye başlayan Türk savaş sanayisi 2020 sonrasında temel ve ileri teknolojileri üretebilir ve ihraç edebilir konuma yükseldi. Erdoğan Türkiye kapitalizminin yol haritasında savaş sanayisine stratejik bir önem atfediyor. Emperyalist üretim hiyerarşisinin yüksek teknolojili üst halkalarına tırmanmayı sağlayacak yolun buradan geçeceğini savunuyor. Bu yüzden kamu kaynaklarının önemli bir kısmını buraya akıtıyor. Hatta bir önceki yazımızda işlediğimiz üzere, TUSİAD’ın açıklamalarına gözaltı ile cevap vermesi dahi bu hassasiyet ile ilişkiliydi. İhracatı henüz yıllık 7,2 milyar dolar (2024) gibi çok sınırlı bir hacme sahip olsa da, vaat ettikleri itibariyle Türkiye kapitalizminin en canlı damarlarından birinin savaş sanayisi olduğunu söylemek abartı olmaz. Zaten Türkiye bu alanda Avrupa ile hareketli sayılabilecek bir işbirliği içerisinde halihazırda. Ukrayna'ya TB-2 SİHA satmış olan, İtalya'nın Piaggio Aerospace şirketini satın alarak F-35 üretimine yeniden dahil olmanın yolunu açan, İspanya ile 24 adet Hürjet jet eğitim uçağının tedariki konusunda mutabakat zaptını imzalayan ve İngiliz BAE Systems ile 5. nesil savaş uçağı KAAN'ın üretiminde işbirliği yapan Türk savaş kapitalistleri, Avrupa'nın kurmaya çalışacağı silah tedarik zincirinde çok daha etkin ve entegre bir rol almak için çabalayacaktır.

Özetle, Avrupa egemenleri geri kaldıkları emperyalist rekabette öne geçip kapitalist durgunluktan çıkmak için bir kez daha savaş kapitalizminden medet umarken, savaş sanayisine stratejik önem atfetmiş olan faşist şef de bu süreci kendi siyasi ve iktisadi krizini öteleyebilmenin bir aracı olarak kullanabilir. Geri Kabul Anlaşması aracılığıyla AB bağlarını güçlü tutabilmiş olan bu süreçteki iştahına bağlı olarak bu ilişkiler çok daha ileri bir seviyeye taşınabilir.