Onur Yılmaz yazdı | Sermaye yapımı ekolojik felaketler derinleşirken

Sermayenin bu azgın saldırılarına karşı yaşamımızı korumak, hayatta kalmak için kitle hareketlerinden devrimci sosyalist siyasi partilerde yer almaya, yani örgütlü mücadele dışında bir seçeneğimiz yok. Geleceğimiz artık hiç olmadığı kadar yakın. Çürüyüp ömrünü tamamlamış kapitalizmin saldırganlığı karşısında her bir gün her bir alanda seferberlik ruhuyla direnişi örgütlemeliyiz.
Tüm dünyada kapitalizm hiç olmadığı kadar büyük bir meşruiyet krizi yaşıyor. Büyüyemezse çürüyecek, geri düşecek. Sermaye bunu engellemek için azgın emek sömürü, doğa tahribatı ve savaşı sürdürüyor. Teknolojik araçların gelişimi, artı değer üreten emeği dışarıda bırakarak kar oranlarını daha da sınırlarken, aynı zamanda sömürü oranını arttırmanın ve doğayı daha geniş çaplı ve daha hızlı tahrip etmenin de aracı oluyor. Küresel bir fabrikaya dönüşmüş üretim zincirleri, dolaşım-ticaret ağlarıyla dünyanın her bir köşesi kapitalist meta üretiminin konusu olmuş durumda. Doğa tahribatının geldiği nokta iklim değişikliğinin dünyanın pek çok yerini geri dönülmez düzeyde yaşanılamaz hale getirmesi, en ağır iklim felaketleriyle sürekli yoksulluk ve sefalet; hava, su, toprağın her türden atıklarla kirletilmesi sonucu görülmemiş düzeyde bir sağlık krizi ve bir bütün olarak ekosistemlerin çöküşüyle yaşamın, insan dahil türlerin kendini yeniden üretememesinin koşullarını ortaya çıkarmıştır. Dünya işçi ve emekçileri, emperyalist yağmanın sürdüğü coğrafyalarda sistemik türlü baskılara maruz kalan ezilen toplumsal kesimler, bu sürecin karşısında kapitalizme karşı hayatta kalma mücadelesi sürdürmektedirler.
Türkiye kapitalizminin faşist siyasi rejimi de özellikle maden-inşaat-enerji ile savaş sanayisi sektörleri üzerinden kendi sermaye blokunu ihya ederken çevre hareketine her türlü şiddet ve baskı aracıyla saldırdı. Karadeniz'de, özellikle Hopa'daki HES karşıtı mücadelede başı çekenlerden Metin Lokumcu'nun biber gazıyla katledilmesinden Antalya Finike'deki taş-mermer ocaklarına karşı mücadele yürüten Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu'nun azmettiricisi belirlenmemiş bir tetikçi tarafından öldürülmesi1, direnenlere mesaj vermek için işlenen bu politik cinayetler saldırıların örneklerinden oldu. Asgari hukuk kurallarının, yasaların, anayasanın da fiilen askıya alındığı ve yargının sermaye güçlerine karşı direnenlere doğrudan bir sopa olarak kullanıldığı son yıllara geldiğimizde ise bu saldırı ve cinayetler artık doğrudan şirketlerin özel çeteleri eliyle, cezasızlık zırhına dayanarak işlenmeye başlandı. Artvin Cankurtaran'da turizm adı altında orman katliamına karşı doğayı savunan Reşit Kibar'ın kesimi yapacak kişilerce katledilmesi ve yanındakilerin saldırıya uğraması, yargılanması2; Kanadalı SSR Mining ile birlikte İliç'te büyük bir faciayla 9 işçinin öldüğü, tüm havzanın kimyasallarla kirletildiği Çöpler Altın Madeni'ni işleten Lidya Madencilik'in parçası olduğu Çalık Holding'de Erol Eğrek adlı işçinin hakkını aradığı için özel güvenlik tarafından dövülerek öldürülmesi, bu rejimin işleyişinin bir parçasıdır.
Doğayı, yaşam alanlarını, geçimlik toprakları korumak için süren irili ufaklı her bir direnişe jandarma-polis ve özel güvenlik çeteleri eliyle en sert şekilde saldıran sermaye devleti bu yolla hem şirketlere "maliyetsiz" hammadde sağlamakta, o bölgedeki geçimlik ekonomiyi dağıtarak yeni ucuz işgücü havuzları yaratmakta, hem de halkı çaresizlik içinde borçlandırarak, sosyal güvenlikten yoksun bırakarak sermayeye servet transferini mali araçlarla da büyütmektedir. Geçtiğimiz ay tamamen şirketlerin istekleri ve ihtiyaçlarının yasaya döküldüğü "süper izin" yasasıyla bu direnişlerle kaybedilen zamana dahi tahammülleri olmadığını gösterdiler. Olanca örgütsüzlüğe, dağınıklığa, siyasi deneyim yoksunluğuna rağmen varını yoğunu ortaya koyarak direnen küçük köylüler, geçimlik tarım işçileri, kır-kent arasına sıkışmış emekçi kesimler, yasal zemine dayanarak zaman kazanma anlamına gelen kazanımlarda bulunabiliyordu. Ancak bu tür yasa değişiklikleriyle bu kesimlerin mücadelelerindeki önemli araçlardan biri ellerinden alınmış ve fiili meşru mücadele dışında bir yol kalmamış oldu.
Yasanın çıkmasıyla birlikte ilk uygulamaları tam da bu direnişlerden son dönemde öne çıkan Akbelen ormanında ve deprem yıkımını yaşayan ve halen büyük bir barınma hakkı krizi içindeki Antakya'da görüldü. Ormanını korumak için 90 yaşında direnmeye devam Zehra Yıldırım'ın ölümünün ertesi gününde jandarmanın tüm alanı kuşatmasıyla Akbelen ormanına giren şirket, zeytinlikleri katletti, alana gitmek isteyen Akbelenliler yine saldırıya uğradı. Benzer günlerde CVK Madencilik'e karşı hukuki bir kazanım elde eden Balıkesir Gökçeyazı Türkmen Dağlıların çevre koruma dernekleri şirketin türlü rüşvetlerle devşirdiği işbirlikçi kesimler tarafından taşlı saldırıya uğradı.3 Yine Hatay'da Samandağ Ekoloji Grubu Sözcüsü Mevlüd Oruç, 29 Ağustos'taki mahkeme kararıyla faaliyeti durdurulan Gürkan AŞ'nin beton santralinin ortağı ve çalışanları tarafından aracının önü kesilerek darp edildi.4
Zeytinlikleri, ormanlık alanlarını madenciliğe açan "süper izin" yasası, sera gazı emisyonlarını borsada alınır satılır bir metaya dönüştürerek yeni bir servet transferinin altyapısını oluşturan bir ticaret yasası olan "iklim kanunu" gibi çevre koruma yasalarının toptan kaldırıldığı ve yeni yağma biçimlerinin konusu yapıldığı bu değişikliklerle birlikte çevre hareketine yönelik saldırıların yükselmesi tesadüf değil. Çevre hareketi artık devlete/iktidara çağrılarda bulunarak doğa talanının hafifletilmesi çağrılarının, şirketlerin yeşil yıkama faaliyetleriyle ortaklaşmanın, liberal yeşil dönüşüm programlarının yaşam alanlarını, sağlıklarını, geleceklerini korumada bir işe yaramadığını bilerek hareket ediyor. Doğrudan sermayeyi durdurmak üzerine konumlanıyor, örgütsüzlüğünü bir ölüm kalım savaşı vererek aşmaya çalışıyor. Devlet ve sermayenin güçleri ise kapitalizmin meşruiyet krizinin bir parçası haline gelen, kitlelerin öfkesini doğrudan kapitalizme yönelten bu ekolojik çöküş koşullarında bir son hat savaşı veriyor, ezilen halk kesimlerine nefes alacak bir alan dahi bırakmayarak iradelerini kırmak istiyor.
Dünyada katledilen çevrecilerin, yaşam alanlarını savunmaya çalışan yerli halk savunucularının kaydını tutan Global Witness adlı kuruluşun raporuna göre; 2024'te dünyada en az 146 kişi bu mücadelede devlet ve şirketlerin resmi ve paramiliter güçleri tarafından katledildi.5 Çoğunluğu Latin Amerika ve Güneydoğu Asya'da olan bu ölümlerin 2012 yılından beri sayısı 2 bin 253'ü buldu. Yine, Uluslararası Çalışma Örgütü'ne göre dünya çapında, her yıl en az 3 milyon işçi, işlerinden kaynaklanan yaralanma ve hastalıklardan öldüğünü tahmin ediyor. Bunların yaklaşık 330 bini travmatik yaralanmalar, 2,6 milyondan fazlası ise kanser, dolaşım yetmezliği ve solunum yolu hastalığı gibi kronik hastalıklardan kaynaklanıyor.6
Çevrecilere yönelik bu fiziksel yok etme ve yargı sopasıyla tutuklama saldırıları sermayenin önünü açma, ona yağma için dikensiz bir gül bahçesi bırakma amaçlı olduğu kadar buna karşı direnenlere karşı bir irade savaşıdır. Türkiye gibi sermaye birikimini özellikle doğanın tahribatına dayandıran sektörler üzerinden yapan ülkelerde bu saldırıların daha da büyüyeceğini öngörmeliyiz. Bu durumun emperyalist kapitalizmin küresel işleyişinden yalıtık olmadığını ve antifaşist, sömürgecilik karşıtı bir mücadeleyle göğüslenebileceğini, bu direnişlerde çakan kıvılcımların nasıl kendiliğinden halk isyanlarını tetiklediğini dünyadaki örneklerinden de görüyoruz.
Sermayenin bu azgın saldırılarına karşı yaşamımızı korumak, hayatta kalmak için kitle hareketlerinden devrimci sosyalist siyasi partilerde yer almaya, yani örgütlü mücadele dışında bir seçeneğimiz yok. Geleceğimiz artık hiç olmadığı kadar yakın. Çürüyüp ömrünü tamamlamış kapitalizmin saldırganlığı karşısında her bir gün her bir alanda seferberlik ruhuyla direnişi örgütlemeliyiz. Aldığımız nefes, nabzımız seferberlik temposuna alışmalı, zira sermaye yapımı ekolojik felaketlerle yüzleşme zeminimiz burada başlıyor.