Serpil Arslan yazdı | Avrupa'da yeniden doğan canavar: Faşizm

Avrupa'da faşizm, kapitalizmin varoluşsal krizinin bir sonucu olarak yeniden yükseliyor. Emperyalistlerin hegemonya mücadelesinin sonucu olarak 3. dünya savaşının taşları döşenirken bu, "aşırı sağın" yükselişi değil, bizzat kapitalistler eliyle faşizmin kurumsallaştırılmasıdır. Çünkü insanlığı yok oluşa sürükleyen bu sistem, kendi bekası için faşist hareketlere ve partilere ihtiyaç duyuyor. Başka türlü haksız savaşlar, işgaller nasıl meşrulaştırılabilir?
Avrupa, faşizme karşı zaferin 80. yılında yine faşizmin yükselişine tanıklık ediyor. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının külleri soğumadan, toplama kamplarının hayaleti hala duvarlarda kazılı iken, aynı nefret, aynı dil yeniden sahneye çıkıyor.
Şimdilik faşizm Nazi üniformasıyla gelmiyor. O, bir haber bülteninde "göç krizi" başlığında, bir yasa maddesinde "güvenli üçüncü ülke" formülüyle geri gönderme uygulamalarında, mültecilere yönelik artan ırkçı saldırıda, bir polis karakolunda LGBTİ+ bireyin ifadesine yazılan alaycı notta gizleniyor.
2025 Almanya federal seçimlerinde ırkçı-faşist AfD partisi yüzde 20,6 oy oranıyla ciddi bir yükseliş gösterdi. Yasal statüsü olmayan göçmen ve mültecilerin hızla geri gönderilmesini savunan AfD, esas gücünü göçmen karşıtı söylemler ve LGBTİ+ haklarına yönelik tehditlerle topladı. Gelir adaletsizliğini ve yoksulluğu, kendi gerici politikaları için araçsallaştırarak, işsizliği, hayat pahalılığını göçmenlerin üzerine yıktı. Hitler'in propaganda aygıtlarını güncelleyerek, işçi ve emekçileri zehirleyerek güç devşirdi.
Avrupa genelinde faşist partiler ve hareketler, özellikle mülteci karşıtlığı ve ırkçı söylemlerle güç kazandı, kazanmaya devam ediyor. Faşizmin kurumsallaşması, bu hareketlerin yükselişi, burjuva demokrasisinin yalnızca bir kabuk haline geldiği bu durumu bir kez daha açığa çıkarıyor. Almanya'da Friedrich Merz liderliğindeki yeni hükümet, iktidara gelir gelmez, birebir AfD'nin ırkçı ve göçmen karşıtı fikirlerini uygulamaya girişti bile. Sınır kontrollerini artırmak ve oturum izni alamayan mültecileri hızla sınır dışı etmek için yoğun çaba harcıyor.
Peki, diğer Avrupa ülkelerinde durum farklı mı? Hayır.
Fransa, son yıllarda özellikle "güvenli ülke" listeleri, hızlandırılmış sığınma prosedürleri ve kamu düzeni gerekçeleriyle birçok politik mültecinin başvurusunu reddederek geri gönderme uygulamalarını arttırıyor.
Yunanistan sınırlarında "geri itme" (pushback) uygulamalarını kararlılıkla sürdürüyor. Sınır karakollarındaki işkencelerin istatistiği tutulmuyor, haber değeri bile taşımıyor. Birleşik Krallık, mültecileri Ruanda'ya gönderiyor. Ve Avrupa burjuvazisi bütün bu saldırıları "düzensiz göçü" önleme uygulamaları olarak meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa ki, bu politikalar "göçü yönetmek" değil, göçmenleri ve mültecileri yok saymaya, hatta ortadan kaldırmaya hizmet ediyor.
Eurostat'a göre, 2024 yılında Avrupa Birliği genelinde 453 bin 840 geri gönderme kararı verildi. Ve bu kararların yüzde 26'sı fiilen uygulandı. Suriye, Fas ve Cezayir, geri gönderme kararlarının en fazla verildiği ülkeler arasında. Suriye cihatçı HTŞ'nin emperyalistler eliyle iktidara getirilmesiyle savaşın sona erdiği güvenli ülke olarak addediliyor. Oysa ki kendinden olmayanlara dönük kitle katliamları ortada.
Sınır dışı edilen mültecilerin çoğu, geri döndüklerinde şiddet, yoksulluk ya da ölümle yüzleşiyor. Yüzyılımızın sessiz soykırımı olan geri gönderme saldırıları birer "politika" değil; soğukkanlı infazlardır. İnsanı yalnızca belgeye, statüye, koda indirgeyen bu sistem, sınır çizgilerini mezar taşına dönüştürüyor.
Avrupa Birliğinin sessizliği ve burjuva medya organlarının bu süreci yalnızca "güvenlik" çerçevesinden sunması, gerçeği görünmez kılmak, işçi ve emekçilerde bilinç bulanıklığı yaratmayı amaçlıyor.
Avrupa'da faşizm, kapitalizmin varoluşsal krizinin bir sonucu olarak yeniden yükseliyor. Emperyalistlerin hegemonya mücadelesinin sonucu olarak 3. dünya savaşının taşları döşenirken bu, "aşırı sağın" yükselişi değil, bizzat kapitalistler eliyle faşizmin kurumsallaştırılmasıdır. Çünkü insanlığı yok oluşa sürükleyen bu sistem, kendi bekası için faşist hareketlere ve partilere ihtiyaç duyuyor. Başka türlü haksız savaşlar, işgaller nasıl meşrulaştırılabilir?
Bu koşullarda ırkçılık ve heteroseksizm ise madalyonun iki yüzü gibi iç içe geçiriliyor. 2023-'24 yıllarında Avrupa genelinde LGBTİ+ bireylere yönelik saldırılar artış gösterdi. Almanya'da 588 vaka kaydedilirken, Fransa'da LGBTİ merkezine bombalı saldırı düzenlendi. İspanya'da lezbiyenlerin yüzde 36'sı tacize uğradı, nefret suçlarının çoğu bildirilmedi. Macaristan'da faşist Orbán hükümeti, LGBTİ+ etkinliklerini yasaklama tehdidiyle toplumsal baskıyı artırıyor. Polonya'da hükümet, LGBTİ+ haklarını sınırlayan yasaları kararlılıkla savunuyor. Bu saldırılar, nefret söylemi, fiziksel şiddet ve ayrımcı politikalarla birlikte yaygınlaşıyor. Sonuç olarak burjuva demokrasisi ile övünen Avrupa'da LGBTİ+ hakları ciddi tehdit altında.
Faşist parti ve hükümetler, mültecilere ve göçmenlere yönelik ayrımcı yasa ve uygulamaları hayata geçirirken, aynı zamanda bu uygulamalara karşı çıkan örgütlere, antifaşistlere yönelik baskı ve saldırılarını da artırıyor. Almanya'da Kürt kurumlarına yönelik saldırılar, faaliyetlerinin kriminalize edilmesi, Fransa'da kadrolarına yönelik katliamlar, Almanya'daki Filistin'e destek eylemleri nedeniyle Zora'ya yönelik polis baskınları, Young Struggle'ın hedefe konulması, LGBTİ+ örgütü Pride Rebellion'a yapılan saldırılar, Berlin'de LLL anmalarında antifaşistlere, komünistlere yönelik saldırılar, Fransa'da faşist bir örgütün Paris'in merkezinde ACTİT ve Young Struggle üyelerine yönelik saldırıları… Tüm bunlar aynı faşist zihniyetin tezahürleridir.
Bu saldırılar yalnızca Kürt özgürlük hareketine, Zora'ya, Young Struggle'a ya da antifaşist örgütlenmelere değil, ezilenlerin tarihsel hafızasına sahip çıkmaya, kolektif umuda, örgütlenerek iradeleşmeye, emperyalistlerin karşısına dikilme cüretinedir.
Avrupa bir kez daha uçurumun kenarındadır. Göçmenler, LGBTİ+'lar, devrimci gençlik ve kadın örgütleri, faşizmin yeniden tırmandığı bu coğrafyada hedef tahtasına konmuştur.
1945'te faşizme karşı kazanılan büyük zaferin yıl dönümünde, Avrupa'da karanlık bir tarih yeniden yazılmaya çalışılırken, işçi ve emekçilere düşen görev, faşizme karşı sadece tepkisel değil, eylemli güç olmayı başarmaktır. Direniş ise yalnızca barikatta değil, dayanışmada, örgütlenmede, işçi ve emekçilere gerçekleri anlatma ve düş gücünü büyütme yeteneğindedir.
Artık faşizm geldi, geliyor tartışmalarıyla ellerimizi başımıza koyup bekleyemeyiz, beklememeliyiz. Yok edilmeye çalışılanlar olarak, başta yaşam hakkı olmak üzere varoluş mücadelesinin özneleri olmalıyız.
Antifaşist genç kadın örgütü Zora'nın bildirisinde dediği gibi: "Biz genç kadınlar, bu düzenin çarkına çomak sokmaya geldik. Siz yıkmayı öğrendiniz, biz kurmayı biliyoruz."