Yağmur fena değil; peki iklim?

Şimdi, buradayız ama. Burada, bu tablonun içinde yaşıyoruz ve sanki bütün dünyada gerillalar başkentleri düşürmüş, işçiler kışlık sarayları ele geçirip tavuk kümesi yapmış da PKK sırf Kürt inadından ötürü geri vitese takmış gibi davrananlara doğrusu çok şaşırıyorum. Tersine, PKK, (dünyadaki muadilleriyle kıyaslanırsa eğer) 90'ların yıkımından sonra ayakta kalabilen, sosyolojik vaka olarak varlığını sürdürebilen bir hareket olmuştur. Bütün bunlar gerçeklerdir.
27 Şubat'ta Abdullah Öcalan'ın deklare ettiği tarihsel bildiriden sonra toplumun her kesiminde, solunda, sağında tartışmalar sürüyor, yorumlar yapılıyor. Ortalık henüz biraz karışık. İktidar ortaklarının tam bir uzlaşma içinde olup olmadıkları bilinmiyor; görüşmelerin tamamına da vakıf değiliz zaten. Her halükarda bir sakin olmak, soluk alıp durumu anlamaya çalışmak gereken zamanlardayız; açıklamanın daha ertesi günü klavye başına geçip derin analizler yapmak çok doğru gibi görünmüyor.
Şüphesiz "PKK'nin feshi" gibi bir durum -henüz sadece girişim aşamasında olsa bile- tarihsel bir dönemeç noktasıdır ve Kürt olmadığım halde benim yaşamımda bile kritik anlamı olan bir şeydir. Şaka değil, 50 yıldan söz ediyoruz ve milyonlarca insan PKK'nin var olduğu bir ortama doğdu, büyüdü, onunla birlikte var oldu, kimisi onunla kimliğini buldu, kimisi onun organik bir parçası olmasa bile rüzgarını hissetti, sevse de sevmese de böyle oldu. Bunlar kolay işler değil. Bir siyasal hareketin başarısı, sosyolojik vaka haline gelmesidir ve bu hiç kolay değildir. Sol jargonda biz buna "kitleselleşmek" deriz ama aslında "kitleselleşmek" daha çok nicel çağrışım yapan yetersiz bir kavramdır. Benim sözünü ettiğim şey, atmosferle, toplumun maddi manevi yaşamını kuşatmakla ilgili. Bu anlamda, ulusa, halka, işçi sınıfına "öncülük etmek" aslında ilk anda akla geldiği gibi fiziki bir durum değil, eksen yaratmak, toplumsal atmosferi şekillendirmek ve bunu kalıcı kılmakla ilgilidir. İnsanlar, sizi sevmeyenler de dahil olmak üzere bütün insanlar, iyi ya da kötü bir adım atarken sizin varlığınızı hesaplıyorsa, gözünü size çeviriyorsa ve bu bir refleks haline gelmişse, "sosyolojik vaka" olursunuz. Yani, tamam, kurarsınız bir örgüt, büyür, gelişir ama sosyolojik vaka olmak, kuşaklar boyunca milyonların yaşamlarını değiştirmek, onların arasında artık sökülüp atılamaz biçimde derinleşmektir; nihai hedefe (iktidar, bağımsızlık, vb.) ulaşıp ulaşmamaktan bağımsız olarak bu durum, başlı başına bir olgudur.
Bu 50 yıla pek çok şey sığdı üstelik. Başlangıç itibarıyla Türkiye sınırlarını fazla aşamayan hareket, dört parçada ciddi zeminler elde ederken, özellikle Rojava'da önemli bir mevzi elde etti; öte yanda muazzam bir kadın hareketi başta olmak üzere büyük bir kitlesellik yarattı, Türkiye'nin üçüncü büyük partisini inşa etti, dünyanın her köşesinde genişleyen halkalar yarattı, vb… Bütün bunların bir stratejik aklın, kritik zamanlarda verilen kritik kararların sonucu olmadığını söylemek mümkün değil elbette. Tarihe vakıf olan herkes bilir ki, bütün bu kritik kararlar olmasa, PKK bugün herhangi bir küçük Kürt grubundan daha fazlası olmazdı; hatta var olmazdı.
Şimdi neredeyiz? Başka bir dünya var artık. Son gelişmeleri herkes Ortadoğu'daki kaos ve tehlikelerle ilişkilendiriyor ama bence esas mesele o değil. Aradan geçen elli yılda, bir bütün olarak dünya bir yerden bir başka yere geldi. Haritacılar harita yetiştiremez oldu okul çocuklarına!
Böyle olmak zorunda mıydı? Uzun bir tartışma belki ama kısaca yanıtlayayım: Hayır, değildi. Böyle olmayabilirdi. Dünyanın neredeyse üçte birini kaplayan o muazzam sosyalist deneyim, kendisini yenileyerek başka bir düzeye sıçrayıp küflenmiş yapısını devrimci bir silkinişle arındırabilseydi, gezegenin bir ucundan öbür ucuna, Che'den Amilcar Cabral'a, Mahirlerden Bijan Cezani'lere fırtınalar gibi esen 60'ların 70'lerin o büyük dalgası da pompaladığı oksijenle bu arınma ve yenilenmeyi şekillendirebilecek düzeye ulaşsaydı, belki şimdi biz sosyalist Ortadoğu federasyonunun iktisadi ilişkileriyle ilgili ufak tefek bazı detayları konuşuyor olurduk.
Ama değişti dünya. "Geçmişe ağlamak fayda vermez" diyor bir Şili şarkısında, doğrudur, dünya değişti ve korkunç bir yer haline geldi. Yoksa Allah aşkına bir düşünün, sözgelimi 1975 yılında ya da mesela 1969'da, dünyanın hangi köşesinde hangi devrimci yapıda biri çıkıp "ateşkes"ten, "barış görüşmeleri"nden söz edebilirdi. Aklımızın ucundan bile geçmezdi. 1984'ün Eylül ayında bir PKK'liye de şaka gibi gelirdi böyle laflar, değil mi?
Şimdi, buradayız ama. Burada, bu tablonun içinde yaşıyoruz ve sanki bütün dünyada gerillalar başkentleri düşürmüş, işçiler kışlık sarayları ele geçirip tavuk kümesi yapmış da PKK sırf Kürt inadından ötürü geri vitese takmış gibi davrananlara doğrusu çok şaşırıyorum. Tersine, PKK, (dünyadaki muadilleriyle kıyaslanırsa eğer) 90'ların yıkımından sonra ayakta kalabilen, sosyolojik vaka olarak varlığını sürdürebilen bir hareket olmuştur. Bütün bunlar gerçeklerdir.
Ve şimdi, 2025'in Şubat ayında bu PKK, "ben artık şöyle değil, böyle yürüyeceğim" diyor.
Ben kendi payıma, Türkiyeli bir devrimci olarak, geçtim ulusların kaderini tayin hakkı ilkelerini filan, ahlaken ve siyaseten buna ne diyebilirim ki? Zap'ta, Metina'da, Tişrîn'de savaşan ben değilim. Devrimci mücadele içinde çok değerli yoldaşlarımı ellerimle toprağa verdim, acıları hala yüreğimdedir ama ailemdeki bütün fertler eceliyle öldüler.
Herhangi bir savaşı sürdürüp sürdürmeme kararını, savaşanlar, bu savaşın yüküne ve acısına katlananlar verir; başkası değil. Bu açıdan bakılırsa her şey çok basit ve yalın. Tartışmaya da kapalı.
Peki, siyasal alanda başka bir tartışma yürütülebilir mi?
Evet, yürütülebilir. Çünkü her karar, sadece o kararı alanları değil, sahanın diğer aktörlerini de etkiler. Tabii ki bunu tartışabiliriz ve tartışmalıyız.
Bu noktada, benim görebildiğim kadarıyla, ortada iki ayrı plan var.
PKK lideri Öcalan, mevcut uluslararası konjonktürün avantajlarını da kullanıp, gerekirse bazı tavizleri de göze alarak (ki tavizler de siyasetin parçasıdır) Ortadoğu'nun bu hengâmesinden Kürtleri zarar görmeden çıkarmak istiyor. Detaylar şöyle ya da böyle olabilir ama asıl derdinin bu olduğunu düşünüyorum. İlk görüşmeden sonra Sırrı Süreyya Önder, "Öcalan Kürtlerin özgürlüğü kadar güvenliğini de önceliyor" derken sanırım anlatmaya çalıştığı şey de buydu.
Karşı tarafta ise işler biraz kaotik gibi. Çoğu kez bunun bir "devlet projesi" olarak iktidarı da aşan bir şey olduğu söyleniyor ama ben bu "devlet-iktidar" ayrılığını anlamakta hep zorlanırım. 22 yılı aşmış bir iktidardan, ipleri artık iyice eline toplamış, devleti kendi kurumsallığı haline getirmiş bir ekipten söz ediyoruz. Ben, bu ekibin, dışsal zorlamalarla bu yola girmiş olabileceğini ama bir yandan da söz konusu "süreci" bir "iktidarda kalma", "iktidarı sürdürme", hatta tam bir diktatörlüğe sıçrama projesi olarak gördüğünü düşünüyorum. Günlük hayatta da bu ekibin bir "demokratikleşme" eğilimi göstermediği, göstermeye niyetinin olmadığı, hatta daha da çılgınca "cadı avı" peşinde koştuğu görülüyor. Yani, Öcalan'ın kafasındaki çerçeve ile iktidarın çerçevesi arasında çok ciddi bir makas var.
Burada en ciddi sorun, her şeyden önce Erdoğan'ın TC tarihinin en güvenilmez unsuru olması elbette. "Masa mı? Ne masası" diyebilmiş bir siyasi aktörden söz ediyoruz sonuçta.
Ve bu aktör, iktidarını sürdürmek istiyor. Öyle ki, bu istek ve hırs, 28 Şubat paşalarının "bin yıl sürecek" fantazisinin neredeyse monarşik bir versiyonuna kadar ulaşmış durumda. Bunca siyasal gelişmenin arasında herkesi susturabilecek "etki ajanlığı" yasasını, yurttaşın bilgilerine el koyma imkanı olarak "siber güvenlik" yasasını ve canı istediğini görevden alabilme olanağı veren "yetki yasası"nı Meclis'ten geçiriyor; adeta bir "Türkiye Başsavcılığı" haline getirilmiş İstanbul Başsavcısı eliyle TÜSİAD'dan Baro'ya ve sesini çıkaran herkese yöneliyor, en ciddi rakibine dava üzerine dava açtırıyor, vs…
Tablo böyle. Bu tablo içerisinde iktidar, Kürtlerle ilgili sorunda "biraz" rahatlama yaratıp diğer alandaki rakiplerine yönelmeyi tasarlıyor olabilir. Bu bizi ilgilendirir mi? Vallahi, CHP ile ilgili olarak meseleye kişisel baksak, Ekmeleddin faciasından tutun Yenikapı hizasına, dokunulmazlıklar rezaletine ve Zafer Partisi protokolüne kadar bin türlü sabıkaya sahip CHP için şahsen ben ağlayacak değilim. Allah var yukarıda, Kürt halkı da kaç seçimdir bağrına taş değil Ağrı dağı basarak son derece dürüstçe verdiği sözleri tutuyor, hatta abartıp İzmirlilerden daha fazla tutuyor sözünü! Ama mesele bu değil. Meselenin kritik noktası şu ki, demokrasi bütünsel bir şey; bir diyalektiği var. Ülkeyi genel olarak despotça yönetiyorsanız, hayatın başka bir alanında başka türlü davranamazsınız, davransanız da bu güvenilmez bir şeydir. Dünyanın en büyük barosuna çökme girişimiyle "barış süreci" gibi bir şey yan yana durmaz. Ve en önemlisi gitgide daha fazla yetkilerle donatılan ve neredeyse padişahlığı zorlayan bir iktidar, verdiği sözleri de tutmama özgürlüğüne sahip olur. Yani, Kürtler, sonuçta her ne kazanacaklarsa onun garantisi, tam da Öcalan'ın dediği gibi ülkenin ve toplumun genel demokratikleşmesidir ve bu demokratikleşme Erdoğan'ın lütfuna bağlanamaz. Bağladıysak zaten, ört ki ölem!
Türkiye devrimci hareketi bakımından önemli olan nokta burasıdır. Şu anda olanlar ve olabilecek olanlar üzerine aşırı titiz analizler yapılabilir elbette ama zaten realitenin ortaya çıkardığı tablo, Türkiyeli sosyalistlerin ya da genel olarak toplumsal hareketin mücadele gündemine aykırı, onu çelen bir şey değildir. 8 Mart'tan 1 Mayıs'a siyasal her mücadele alanı, kimsenin inayetiyle değil, yine vura vura, yüklene yüklene açılacak; başka bir yolu yok bunun.
Asıl sorun, Kürtlerin ne yapıp ettiğinden bağımsız olarak Türkiye devrimci hareketinin yenilenmiş bir yol haritasına, yeni ve kapsayıcı mücadele/örgütlenme biçimlerine sahip olup olmadığıdır. Her sabah ajansları açıp tahliller yapmak, ona buna laf yetiştirmek yerine, bir adım geri çekilip sakin kafayla bu konuya odaklanmak daha doğru sanki.